27 Aralık 2010 Pazartesi

3...2...1.... Yeni yılllllllll !!


2009'da Turkcell'in katkılarıyla başlatılan yeni yıl karşılama şarkısını 2010'da kendimce uyarlayıp, kırmızı donlarla yeni yıl karşıladığımı cümle aleme iletmiştim... 2011 için çok uğraştım, makam tutarsa sözler oturmadı, sözleri uydurdum yenisini besteleyemedim, velhasıl bu seneye şarkım yok şu saat itibarı ile! İlerleyen günler ne gösterir bilemiyorum ama son iki rakam bir olunca ne nakarat oluyor ne kafiye, ben sinir olup son iki rakamı bir olan Milli Piyango biletlerimi bile değiştirdim!

Hiçbir sene ile alacak verecek meselesi bırakmadım öncesinde, bununla da kalmayacak biliyorum! Verdiği her güzel şey, her mutluluk, her gülümseme, her başarı için birşeyler de almasını hep bildi bu sene de! En büyük kaybım, bir o kadar büyük kazancım, ortamı çınlatan kahkahalarım, içimi delerek çıkan gözyaşlarım, sevdiğim, nefret ettiğim, sarhoşluğum, ayıklığım... Hepsini verdi 2010, ağzım peltek söyleyip istediğim kırmızı don yanı! Bir kaç güne el sıkışıp uğurluyoruz birbirimizi! Ben yoluma devam ederken ritim tutturamadığım için biraz da rahatsız başladığım yeni yılda, 2010 tamamen kayıp gidiyor ellerimden! Dönüpte değiştirmek isteyeceğim şeyleri, öyle her istediğimi yapıp değiştiremeyeceğimi öğrendiğim ilk anlardan beri pişmanlık duymamak için çabaladım! Gideni geri getiremeyeceğimi kavradığım en sert yıl oldu! Bir çok tarafından en sağlıklı yıl! Bazen yeterinden fazla alkollü! En başından en son anına kadar pek sevgili!

En yeni yıla elimi bir hayat boyu bırakmayacak olan adamla giriyorum şimdi! Bir dolu koşturmacam, bir sürü planım, uzun listelerim, koca bir hayat var önümde... Daha çok şey istemiyorum, daha azına tav olmam, daha delirmem, ama bundan fazla da akıllanmam, çok severim, gözyaşı istemem, bol sağlık dilerim en sevdiklerime, hepimize, herkese! 2010 ile sizde kapatın yavaş yavaş defterleri! Daha önünüzde 2011 yazmaya alışacağınız koskoca bir sene, bir dolu süpriz, hepsiyle karşılaşmaya hazır siz ve havai fişekler var! Denizin ortasında ya da ormanın içerisinde atmayın yeter bana! 

20 Aralık 2010 Pazartesi

Pamuk'a...

Pamuk seni çok özledim...
Seni düşünmeden geçen gün yok gibi, varsa da sanırım günün sıkışıklığından...
Arayıpta senin açmadığın telefonlara halen daha küfür ediyorum, alışamadım bir türlü...
Anlatacak çok şeyim var, benimle beraber yaşasan çok mutlu olurdun...
Aslında biliyorum da bir ucundan, sen yakın takiptesin bizi/ beni, sadece yerini belli etmek istemiyorsun...
Ama bil ki rüyalar dışında da "anneanne" demeyi özledim!
Pamuk kokunu özledim...
Bana bakışını özledim...
Üzeri ben dolu ellerini özledim...
Sigara böreğini özledim...
Seni çok özledim...

Sen yoktun aramızda cumartesi günü ama bir yerden Ertan Bey'le bizi seyrettiğinizi biliyorduk, diliyorduk hepimiz! umarım ikinizde en önlerden yer kapıp, cumartesi günkü heyecanımızı, sevgimizi, sevincimizi paylaşmışsınızdır!

Çok heyecanlandık Pamuk...

Annem hiç belli etmemeye çalıştı ama sanırım ne öncesinde ne de sonrasında birkaç gün uyuyamadı! Babam cumartesi günü saat 12de takım elbisesini giymiş hazır ve nazırdı! Şakalar yapmaya çalışsa da korkusu ve heyecanı o kadar belliydi ki sarıp sarmaladım onu arada bir...

Kız vermek zormuş diyorlar, onu bir ara annem sana anlatır... Ama kız istemek de zormuş sevgilimi izlerken farkettim... Çok kalabalık olmadık amcamlar, dayımlar, babaannem, bir de Berke, annesi ve ablası... Keşke dedim hep içimden, keşke tanıyabilseydin bu adamı ve ailesini... Keşke tam anlamıyla anlasaydın, bu kadar kuruma ve konsepte karşıyken neden EVET dediğimi... Anneciği çok heyecanlıydı Berke'nin, Burçin'i Berkeye istiyoruz derken... Babam anlamsızca konuştu biraz, annem birşeyler geveledi, verdiler sanırım, ben heyecandan pek duyamadım ama koşa koşa tebrik ettik birbirimizi :)

İçin rahat olsun Pamuk bu adamı beni sevdiği için, çok saydığı için, sonsuz mutlu ettiği için, gülmelerime yenisini eklediği, elimi elinden bırakmadığı, kalbimi kalbinin yanına koyduğu, bugüne kadar ne söylediyse yaptığı ve bundan sonra da yapacağına inandırdığı için seviyorum...

Herşeyi gördüğüne, bizle beraber heyecanlanıp, güldüğüne, mercimek köftesinden bir parça tatmak için can attığına, annemin dolmalarına yine kuru olmuş diye söylendiğine, kemalpaşaların tam Bandırma usulü olduğunu bildiğine eminim, ama ben yine de bizim mutluluğumuzdan bir resim gönderiyorum sana!


Seni çok seven torunun...

17 Aralık 2010 Cuma

16 Aralık 2010 Perşembe

Anneler ve kızları...

Bizimkisi zor bir ilişki olmuştu anneyle, en başta burçtan kaybetmiştik çünkü! O aslan ben boğa, kolay olmamıştı bir çok gün inatçılık, hükümranlık, yüksek ses tonu, kendi başının diki ve benim dediğim olacakların havada uçuştuğu yıllarda...

O bir kalıp peynir yemeğe zorlarken beni, ben sürekli kusardım! Ben laçkalığa zorlarken onu o hep babamı devreye sokardı! Haybeye savurduğum lüzumsuz birkaç kelime, bir de evrene yollamaya çalıştığım bir kaç çocukca mesaj dışında pişman olduğum hiç bir gün olmadı ilişkimizde! Biz böyleydik... Her şeyi beraber yapar ama her gün fırça yerdim! Hele bir dönem Yeşilköy - Nişantaşı arası sahil yolundan nefret etmişliğim vardır, her seferinde kavga edildiği için o yolda! O yolda bir gün dayanamayıp arabadan atlamışlığımda, annemin şaşkın bakışları arasında! Çok sinirlendiğim (beni çok sinirlendirdiği bir dönem de diyebiliriz) bir dönem sabaha karşı lahana bebeklerden siyah saçlı olanı yataga koyup, bir sırt çantası, bir dolu küpe (hiç küpe takan bir insan değilimdir), bir kalıp sabun, okul forması ve azıcık da parayla kaçıp gitmiştim evden! Kaçma kavramını da pek bilemediğimden herhalde evine sığındığım arkadaşımın uyku mahmuru ve şaşkın ailesinin gözleri önünde üstümü değiştirmiş, okula gitmiştim saf saf! Evden kaçtığımı, okula gittiğimi ama gelip beni almalarını istemediğimi iletmek için sabahın 7sinde evi aradığımda babamın telefonda şok geçiren sesini 20 sene sonra halen daha hatırlarım...

Senelerce süren itiş kakış, laf salatası, sarılmaların ertesi kavga dövüş ben üniversiteyi bitirip master için yurtdışına gidince şekillenmeye başladı, önceleri bizi korkutan sonraları ise hoşumuza giden şekilde! Farkettik ki arada mesafe varsa birbirimizle konuşmadan, herşeyi ( OK, çok şeyi) paylaşmadan gün geçiremiyoruz, ama yan yana geldiğimizin ikinci günü zannedersiniz kan davalısıyız... Biz de karar verdik en stabil olduğumuz sistemi kurmaya, yurtdışı macerası sona erince döndüğüm İstanbul'da evleri ayırmaya ama haftanın belli günleri de bir arada olmaya... Çok uzun zamandır iyi giden sistem evlilik kelimesinin annemin kulağına fısıldanmasıyla, bildiğiniz çöktü! Annem annelikten çıktı ve formatını koruyan ama babamla beni şoklara sokan istekler, tercihler yapan bir yaratığa dönüştü... Önce çeyiz yapıyoruz diye dolaşmaya başladığımız çanak çömlekçilerde ortaya çıktı ilk belirtiler... Şimdilerde, en beyaz, en sade, en benim beğendiklerime sümüğünü bile atmazken en kraliyet ailesini ağırlayabileceğimiz cafcaflıktaki tabak çanak gözümün içine sokuluyor! Çanak çömlekçiden havada uçan tekmeler ve tabaklar eşliğinde bir sirtaki ekibi havasında çıkıyoruz... Nişan bohçası hazırlamak istiyor, herkes diyor ki sakin ol tek çocuksun kırma! Ama onu kırmazsam bir noktada kafamı kırmak zorunda kalacağım, battal boy valiz alıp içine hazırlamak istediği nişan bohçası sebebiyle! Gelin takısı örneklerinden gösterdiklerini bugün Dolmabahçe sarayında avize niyetine sergiliyorlar, hayır bütçesinden geçtim o takının, düğüne gelen misafirleri kör ederiz parılpırıltısı ile alimallah! En son bir hafta önce dantelli satenli yatak örtüsü ve nişan yemeği verilecek mekanın seçimi ile ilgili yaptığı bir yorum sonrasında kılıçlar çekildi! Zamanlama adına hiç edep adap bilmeyen annem ya sabahın 7sinde gelir başıma birşey söyler ya da tam işten eve adımımı attığım anda!

Ben satene,kadifeye değemem, dantel hiç sevmem, istediğim yerle ilgili üçüncü şahısların dolduruşuna gelinip yorumlar yapılmasına, ve 9 saat boyunca tüm İstanbul gümrükleri ve bir dolu müşteri üzerimden geçtikten sonra negatif bir şekilde herhangi bir cümleye başlanmasına katlanamam! Öyle de oldu ve ben sanırım çıldırdım.... Ben çıldırınca o altta kalmak istemedi herhalde eski günlerin özlemi ile ve bağırdık bağırdık, ağladı, bağırdık, küstük! ( bir daha dikkat edeceğim perşembe gecesi küsmeyelim diye sesimi çıkaramadığım için bütün gece Fatmagül'ün suçunun ne olduğunu anlamaya çalıştım çünkü)...

Bir kaç gündür uzatmalardayız... "Annecim" ve "kuzum" yine sohbetlerimizi süslüyor, ısınma turları karşılıklı ziyaretler ile pekiştirilmekte... Alttan almam gerekiyor biraz, biraz da sinirlerimi aldırmam, azıcık ona da hak vermem tek kızıyım diye, bir çıt kadar onun beni kabul etmesi ve abartıdan, satenden, yönlendirilmekten, puldan, işli herşeyden, parıltıdan ne kadar nefret ettiğimi anlaması, yarım çay bardağı kadar kendinin değil benim düğünüme, evime hazırlandığımızı hissetmesi, ama o koskoca, güpgüzel, çok anne, çok deli, çok inatçı kalbinden hiç ödün vermemesi...

İşim zor... :)) ama onunki de...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Senden, Benden, Bizden...





Benim tek çocuk olduğumu bilmeyen duymayan kalmadı sanırım... Tek çocuk şımarıklığını geçelim, bildiğin yaramazım ben... Ya da bir dakika! Otuz olmuşum, bir kaç aya evlenmişim, bu yaramazım lafı pek ağır geldi yüzleşince... Yaramazdım! Çocuktum çünkü, kız olduğum için herşey bir "yapma etme!" üzerine kurulmuştu, bende hep yaptım ve ettim! Zamane ismi yaramazlığın hiperaktiflik olduğunda ben çoktan 20leri yarılamıştım, ama annem bu yeni terimi duyar duymaz "bizimki hiperaktif" diye dolaşmaya başlamıştı ortada...

Tamam hareketliydim biraz... Çok erken yürümüştüm, ilk kelimem rahmetli hiç hatırlamadığım dedem sagolsun hipopotam olmuştu, anne babayı bilmeden karga diyerek karga peşinde koştum, 1,5 yaş civarı saklambaç mantığını yarım yamalak dinleyip bir çöp konteynırında saklanmak sureti ile ailemi çıldırttım, insan severdim kim ilgi gösterse peşinden hoplaya zıplaya giderdim, kırılmadık kol, bacak, parmak yok, el parmaklarım hepsi ayrı bir yöne bakması ile ünlüdür, burnum iki kere kırıldı, birinde saftorikçe yürüdüğüm sokakta kavganın içerisinden geçme eğiliminde bulunup ilk yumruğu yiyip nakavt olduğum sırada, arkadaşlarım oyun oynamaya çağırıyor diye 1.kat balkondan atlardım, hasta Fenerbahçelilikten deplasmanlara gittiğim sıralarda döner bıçaklı grubun içinde itiş kakışa takılıp bacağıma demir çubuk girdiği için abuk bir şehrin abuk bir nöbetçi eczanesinde tetanoz aşıları yedim (hala nefis bir faça vardır bacağımda), çocuk bağlama sistemleri ben küçükken daha Türkiye'de satılmadığı için annem beni köpek tasması ile bağlardı, Barbie'lerim çok az oldu onlarda kutusundan hiç çıkmadı zaten, bir bmx bisikletimi bir de uzaktan kumandali damperli kamyonlarımı çok severdim, çok kardeş istediğim bir dönemde odanın içi baba ve annemin dahiyane fikri olan "lahana bebek alalım belki kanar" lahana bebekleri ile dolmuştu, içlerinde en çok zenci olanı severdim, genelde çoğuna bıyık sakal çizerdim, orada burada elleri ayakları koyup sallanmaya bayılırdım bu sayede evin kaloriferine kafa atmıştım, ellerimi çekersem sallanmaya devam eder miyim mantığı ile, hala alnımda koca bir iz vardır iftihar ile gösterdiğim...

Sonra bir adam tanıdım... 500 kişi arasında herkesin durduğu an kendisini zıplayarak bana gelirken gördüğüm, sonrasında gözümün kimseyi görmediği! Çipi var benim sevgilimin size gizliden söylemem gereken, tam kafasının arkasında benim alnımdakinin tam tersi yöne, minicikken sinirlenip kafasını yatağın kenarına geçirmek sureti ile elde ettiği... İlk küfrümüzü aynı yaşlarda etmişiz sevgiliyle! O çip yarası dikilirken ilk eşşoğuleşşek'ini savuruyor havaya, ben golümüzü saymayan o. ç. hakeme sinirliyim! Daha kafasındaki dikişler dururken burnunu kırıyor, onu düzeltirlerken kaşı yarılıyor... Hepsi 15 gün içinde, anne baba bezgin, yaşadığına dair belirtileri bebekken ağzının önüne ayna koymak sureti ile anlaşılan büyük (canımmmm) abla sinirli! Kaykaydan düşmeler, board yaparken beli kırmalar, Tayland'da sular yükselince kaybolan oteline ulaşmaya çalışırken kayaya çarpıp dizini parçalamalar gırla...

Sonra bu tanıdığım adam hayatım adam oldu... Sanmayın vukuatlarımız daha az yaralarımız hiç yok! En başta biz birbirimize sarılıp hoplaya zıplaya dansetmeyi çok seviyoruz, hep çarpıyoruz bir yerlerimizi, bu cepte! O benim gözümü çıkarabiliyor mesela, yanlışlıkla parmağı ile retina mı çizmek sureti ile, bu da diğer cepte! Tatile gittiğimizin ilk günü bileğini dubalarda parçalayabiliyor, çıkıp üzerinde 13 yaş grubu arkadaşları ile koşmak isterken, bunu arka cebe atıyorum! Ben gecenin bir körü, sabaha karşı bahçede yalın ayak kafa bir dünya dans ederken begonvilin en büyük dikenine basmayı becerebiliyorum ya da, buna cep kalmadı değil mi?

Sonra tüm bunları çeşitli kereler bir araya geldiğimiz yemeklerde ayrı ayrı dile getiren aileler, en son yemekte dua etmeye başladı bizim ve bizden olacak yeni nesil için... Gözümüz korkmuyor değil, o yüzden annelerden EN AZ birine yakın bir ev arıyoruz, yeni mahsül çok problemli çıkarsa bilir kişiden yardım alabilelim diye... Sevinmiyor değiliz, bizim birleşimimiz kesinlikle muhteşem olacak... Anlaşamıyor gibiyiz, sevgili kız çocuk istiyor ben bir futbol takımı ( OK, Mini futbol takımına da fit'im) kadar erkek!

Lütfen zamanı gelince siz de dua edin, ben sizi haberdar edeceğim!

14 Aralık 2010 Salı

Aşk meşk konularına ithafen...

He is just not that into you...

Hiç kabul etmedik Venüs'ten olduğumuzu bizler... Aynı dili bile konuşmadığımız adamları "bizi anlamıyorlar" diye suçladık! Sevgi istedik, verdikleri yetmedi! İlgi istedik, bizim gösterilmesini istediğimiz gibi değildi! Halbuki hiç bilemedik Mars'ta hava da su da farklı, adamları bizlerden ayıran bu farktı...

Bunca zamanda en iyi öğrendiklerim, son zamanlarda her iki gezegenin farklı üyelerinden dinlediklerim bir tek şey gösterdi bana, mızmızlığa gerek yok Marslının hayatında! Bir Venüslü olarak iki ile üçüncü vızıldanma arası zaten kabloları pas tutmuş Marslı beyni baskı altına alındığını sanıyor, kendini ifade edemiyor, edemedikçe afallıyor, afalladıkça Venüslü daha çok vızıldıyor, vızıldadıkça zaten mesafesi fazla olan Marslı yolu katetmekten cayıyor ve bir an geliyor kapıyor kırmızı gezegeninin tüm pencere kapılarını... Venüslünün hayatında bir çentik daha ıssız adamlar hanesine... Marslının hiç umurunda olmamıştı zaten, kayıpları, kırıkları çok daha az Venüslüye göre... Onun özürü "böyle" olması... Sıkılmayı sevmemesi, sıkıştırılmayı yatak dışında istememesi... Venüslüden beklentisi çok akıllı olmaması, çok sakin durmaması, herşeyden konuşması, ama yeri geldi mi susması, kama sutra üstadı olması , sonra da sadece kendine uygulaması, ellerine ondan önce kimsenin değmemiş olması, ama kendi ellerinin değdiği onca elden leş gibi olması, yuvalanmak istemesi, ama Venüslü aradaki ışık yılı yolları katedip 3 kereden fazla görmek istediyse kendisini, gezegenin basınç merkezine doğru topuklaması...

Ne venüslü ne de marslı için hayat hiç dansa davetteki kadar kolay olmadı, saklambaçtaki kadar heyecanlı ve hızlı, uzun eşekteki kadar beline ve şeyine kuvvet, körebedeki kadar kör, ortada şıçandaki kadar talihsiz (adını sevmezdim bu oyunun hiç), istoptaki kadar dengesiz (bunda da topu hiç tutamazdım, millet tabana kuvvet kaçardı, sonra vur vurabilirsen)....

Ben venüslü, güneş sisteminin en marslı adamlarından biri ile Dünyada bir hayat kurmaya çalışırken, hem venüslüleri hem marslıları dinliyorum hayatımdaki ve gülümsüyorum... Biliyorum çünkü Venüslü vızıldamaz Marslı ıssızlaşmaz ise, beyindeki elektrik doğru hareket halindeyse, içlerinde herhang bir hinlik, kinlik, cinlik yok ise tümü mutlu olacak!

Bu Venüslüyü bu hafta sonu Marslı babasından istemeye geliyorlar! Heyecan dorukta! Kendinden başka hiçbirşeye odaklanamıyor, kahve yapmayı öğrenmeye çalışıyor, içine tuz koyup koymayacağına karar veremiyor, mutsuzluk duymak istemiyor, duysa da dinlemeyeceğini şimdiden belirtmek istiyor, Venüslülere sesleniyor adamın üzerine fazla düşmeyin diye, Marslılara sesleniyor ayağınızı denk alın, canını acıttığınız her Venüslü arkadaşım için karşınıza çıkarım cesaretiyle....

Hamiş: Resim Sadi GÜRAN

24 Kasım 2010 Çarşamba

EVET :)))))


Bir adam var hayatımda son 15 aydır, hayatı gerçekten keyifli kılan, bana baktığında gözlerinin ışığını hissettiğim, sabahları yanında; başım kalbinin tam üzerinde uyanmazsam mutsuz olduğum, bardan bulduğum, önceleri birbirimizi duvardan duvara donda salladığımız, sonraları işin içinden çıkamayıp çok aşık olduğumuz, onunla geçen zamana hem sevinip, hem geçtiği için üzüldüğüm, kahkalarımın ucunu bucağına sığdırmayan!!

son on beş ayın en güzel süprizini yaptı bana beraber gittiğimiz New York'da... Herkesi, herşeyi ayarladı, havalimanı güvenliklerini kafaladı, arkadaşlarımızı susturdu, uçakta horlayıp herkesin sempatisini kazandı, benim "ama ben central park'a gitmek istemiyorum, Harry Potter vizyona giriyor"larıma kulak asmadı, çok heyecanlandı, tüm hamlığına rağmen küreklere asıldı ve 19 Kasım Cuma günü Central Park'da gölün tam ortasında kaçamaycağıma kanaat getirip " bu hayatı seninle paylaşmak istiyorum ya sen" dedi...

Evet :)

Kayıktan düşme pahasına kucağına zıplamam evet....

bir hayatı onunla paylaşmam tüm tatlı ve bazende en acı anlarında evet...

Ondan -gönlün istediği bir futbol takımı, şartların el verdiği bir kaç- çocuk yapmak evet...

Mutlu kocaman bir aile olmak evet...

Bu blog'un bir evlilik blog'u olması mı? hahahah kesinlikle hayır :) Sevgili halen daha çok kızıyor orada burada adının geçmesine.... 

Toparlanın düğünümüz var, ama ondan önce bir kafayı, uykuyu ve resimleri toparlayıp "Burçin New York'da" anlatıcam herkese ...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Top 10

Kendinden başka kimseyi görmeyen, bilmeyen, trişkadan dinleyen herkese kılım! Biiiirrr!

Çatısı akan evimi on yüz milyonuncu kere ziyaret edip, bir bok beceremeyen ev sahibi ile aram bozulacak gibi ikiiiiiii!

Fena gidesim geldi, ama zaten az da kaldı iki güne okyanus ötesine uçuyorum sevgili ile, üçççç!

Hayvanlara kötü davranan herkese kafa atasım var döööörttt!

72 yıldır yokluğunu hissetiğimiz ATA'ma her zamandan daha fazla ihtiyacımız var, ama onun keyfi yerinde sanırım hiç ilgilenmiyor bizimle bozuluyorum, beeeşşşş!

Pamuk'u çok özledim, geçen gün evinin önüne gittim, camdan çıksın bana el sallasın istedim, ayaklarım evin içine gitsin istedim, kokusunu duyayım, sigara böreğini yiyeyim, benimle konuşsun, mutlu olsun anlatacaklarıma istedim, OLMADI!! altııııııııııııı!

4 kere üst üste çorap kaçırdım bugün, zevzeğin önde gideniyim, yediiiii!

He bir de zona vari bişi çıkardım alnımın tam ortasında, şimdi çoğu gitti izi kaldı biraz koyuca, sevgilim Hintli olduğuma inanıyor, yazın güneşte yanıp Mayalı sandıktan sonra, sekizzzzzzz!

Şiddetle bir güney afrika penguenim olsun istiyorum, nasıl bir çözüm bulucaz bilmiyorum, dokuzzzzzzz!

Kasım ayında bu kadar güzel hava hayra alamet değil, ama çok hoşuma gidiyor, onnnnnnn!!

4 Kasım 2010 Perşembe

Bonus Material :)

Hiç susmam demiştim sana...

Annem hep der çok konuşuyorsun diye... Bazen , daha küçükken, okuldan eve döner, bütün gün zaten işte shaftı kaymış anneme anlatır da anlatırdım! Hatırlıyorum surat ifadesinin bir kaç saat sonrasında ne kadar boş baktığını, nasıl kafasının şişmiş olduğunu, nasıl aslında bakıp da dinlemediğini :)

Hep çok konuşurum ben, anlatacaklarım illaki vardır, oraya buraya laf atmasını severim, en olmadı yalnızsam kendi kendimle konuşurum, televizyondaki adamla konuşurum, çiçeklerimle konuşurum...

Bir tek uyurken konuşmuyorum...

Ama uyurken uyandırılınca harikalar yarattığımı keşfettik yeni yeni...

İlk tecrübe sevgili için biraz korkutucu, benim için anlamsız, ertesi gün ikimiz içinde büyük kahkaha konusu... Koltukta uyunan bir gecenin ortasında yatağa gitmek için sevgili tarafından uyandırılan ben onu kolla, bunu ara, kapıya gidelim, belki ordadır diye ortalığı o kadar karıştırıyorum ki benim uyku sersemi sevgilim sarsarak kendime getirdi beni, saatlerce güldüm korkmuş suratının haline... Olay her ne kadar bir ara " sen beni rüyanda kiminle aldatıyordun" a dönmüş olsada, ertesi gün sevgiliden kendimi seyrettikçe yerlerde süründüm gülmekten!

Geçti, bitti, bir kerelik diye bir kaç gün gülüp sonra unuttuğumuz olay geçen hafta yine tekrarlanınca ve ben anlamsızca yine sağa sola koşturup (hiç üşenmeden hem konuşup hem spor yapıyorum iki uyku arası) birşeyler anlatınca karar verildi, beni kimse yerimden kıpırdatmayacak uykum derinken... Ne ilişkinin ne de benim sevgilinin üçüncü bir pandomimi kaldırabileceğini sanmıyorum çünkü...

Ne var, niye deli diyorsunuz ki.. Bazı hatunlar var horluyor gece, bazıları var pırtlayıp duruyor, ben uykumda sessizim, ama uyandırırsanız saçmalıyorum işte...

Hamiş 1 Resim Dmitry Maximov'un...

Hamiş 2 Sevgili kızacak yine benden bahsediyorsun arada diye, çaktırmayın!

PMS - DMS - AMS...


Biri bana biz hatunların hayatını bir ucundan ya da diğerinden kolaylaştıracak birşey çıktı desin ve de kullanalım bakalım işe yarıyor, gidip altının tam ortasından öpücem o şahsı...

Her acılı, ağrılı, kanlı, hayattan çalan hatta küstüren olay nedense bizim başımızda... Gel gör ki erkek milleti çükün ucundan bilmem kaç milim et aldırıyor - ki genelde de artık bunu doğar doğmaz yapıyorlar - sanki kolları ampüte edilmiş gibi bir ömür anlatıyorlar! Yahu dangalak, anlamamışsın bile ne olduğunu! Hadi anladın diyelim - bazılarını askere giderken sünnet ediyorlar çünkü - o zamanda zaten ailen toplamış eşi dostu akrabayı altınlar takılmış, oyuncaklar alınmış... Daha ne istersin 2 milimlik kayba bütün çocukluk çeyizin çıkmış!

Her hem cinsin başında, bana bir ayrıcalık yapın da bazılarından kurtulayım deme şansım yok! Dolayısıyla şikayetimi evrene yazıp yolluyorum ben! Bıktım sevgilinin beni abuk subuk davranışlarım karşısında "PMS değil mi?" diye mazur görmesinden!! Bıktım tam "Ohhh bu hafta sonu duvardan duvara" planları yaparken en kanatlılar ve en babaanne donları ile kös kös oturmaktan!! Bıktım biraz geç kalsa üzerine işemeyi bir türlü beceremediğim çubuklarla tuvaletlerde squad yapmaktan!!

Ve bıktım sevgilinin bu PMS konusunda çok haklı olmasından! İzliyorum kendimi her ayın o muhteşem günlerinde, tam bir psikopatım! Durduk yere kavga çıkarmaya, ota boka kızmaya, kurup kurup kudurmaya o kadar meyilliyim ki, kendimi bile korkutuyorum Yedikule zindanları gibi karışık komplo teorilerimden! Bağırıp çağırmalarımın ne başlangıcı ne sonu bellli değil, adamcık çözemiyor soruyor her seferinde " sen şimdi ne demek istedin, benden ne yapmamı bekledin" diye...

Bu sebeptendir ki ben iki günlük PMS - bir de 1. gün DMS'de tüm dünyadan izin istiyorum! Herkes mümkünse huyuma gitsin, gidemeyenler için arka koltuklarda boş yerlerimiz var, mümkünse gözüme gözükmesin!

Merci...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Durum Raporu

Demek ki ben mutsuz olunca yazıyorum, heralde yapacak başka işim olmuyor...
Demek ki iki işi birden de yapamıyorum, bir taraf hep ağır basıyor...
Demek ki zaman yok diye bahane uydurmak kolay geliyor, zaman kavramını unuttum var sayıyorum...
Anlatacaklarımda var... Ama acı yok içinde hep mutluluk... O zaman da "sevgiliyle yemekte", "sevgiliyle gezmekte", "sevgiliyle yatakta" vari Ayşecik serisi blog'u olsun istemiyorum...
Adam bassa totoya tekmeyi görün bakın döküm döküm dökülücem...
Yok tabii öyle bir isteğim, hatta hiç bilmediğim, denemediğim bir kulvara girmek üzereyim...
Belki de o yüzden bu kadar kelimelere hakimiyetsizliğim... Ne anlatmam gerek, anlatırsam bozar mıyım, tekrar yapamam...
Bi havalara tiltim bu aralar, bir de dolara!

24 Eylül 2010 Cuma

Hal bu olunca...


Yazmak için de kelimeler bir araya gelmeyince, uzuuuuun sessizlikler olabiliyor insanın hayatında...
Çok anlatacaklarım var halbuki, ama çok koşturmacanın içindeyim...
Çok sevinçlerim var, şaşkınlıklarım yanı, ama vakitsizlikten şikayetçiyim...
Bir de yine şu mevsim geçişine rast geldik, uykum bitmek bilmiyor...

Charlie kızacak ama mutluyum, okuduklarım için, yaşadıklarım için, planlarım için, sevdiklerimin başına gelen tüm güzel haberler için, gördüklerim için, yiyip içtiklerim için, yeni tanıştıklarım ve çok sonra karşılaştıklarım için, kalbimi avcunun tam içinde tutan sevgili için...

Mutsuzum... 30 yaşında ikinci ergenlik yaşayıp, utanmasam dilimde bile sivilce çıkaracağım ve hayatımda en inanarak söylediğim HAYIR'ın bir boka yaramaması için... Neyse, bugün politika yok, çok uyku var...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Sevgilinin yanında yapılmayacaklar VOL.1


Bu anlatacaklarımı kaldırabilmek, sineye çekmek, bir daha tekrarlamamak ve üzerine konuşmamak için... All you need  is love!!

Sevgili rahat adam... Rahatlığından hiç rahatsızlık vermeyen cinsten! Belki de en büyük rahatsızlığı " bizi yazma" demelerine inat şu an bunu yazıyor olmam olacak... Bende rahatım... ama bu kadar rahat olduğumu hiç bilmezdim desem yeridir...

İnsani gazların dışa vurumunu şiddetle destekleyen bir insan değilim ben! İlişki demek herşeyi paylaşıcaz demek değil... Gelin görün ki Allah'ın da sopası yok! Bir Doğadan form çay bütün karizmayı çizebiliyor birkaç saniye içerisinde...

Aşk yumağı şeklinde oturduğumuz koltukta, ev için koltuk seçiyoruz internetten... Feng shui olsun, rahat olsun, herkesde olmasın, ucuz olsun.... Sevgilinin elinde kahvesi, bende form çay... İlk yudum... Masalar da güzelmiş... Daha da sarılalım, ne de olsa evimiz diyeceğimiz yere eşya seçiyoruz, aşkımızda dağları delsin bari... Birkaç yudum daha! Hoop, ayaklarımı kıvırayım biraz... Ve tam o anda o insanüstü ses!!!!!!!! O da ne?!? Sessizlik... Bu kadar çabuk etki edecek miydi bu çay? Ne desem acaba? Koltuğun renginden bahsetmeye değmeyecek kadar rezil bir an, "aaaa karnım" diye saçmalayamayacak kadar bloke olmuşum, "ohaaa Burçin" demeyecek kadar kibar benim sevgilim... Onun yerine lambader seçmeye başlamasından şüphelenmeli miyim hiç bilemedim... Bu konu üzerine konuşmalı mıyız hala düşünmekteyim... Gittikçe anneme benzediğim için panikliyorum... Kendisi senelerce dünyanın en büyük ayıbı misali kalabalık ya da tenha her ortamda bu gakgukpırt muhabbetini şiddetle kınamış, en sonunda gün gelip devran dönmüş, avuç içi kadar bir teknenin yarınızı dışarıda bırakan tuvaletinde, tüm ozonu bizzat kendi delerken bana ve babama yakalanmış, hem bizi gülmekten altımıza yaptırmış, hem de tüm fiyakasını 3 pırt 1 duman bulutuna kaybetmiştir. ( Yanlış anlaşılmasın ben sisteme tamamen karşı değilim, yetişebilirseniz tuvalette oda orkestrası kurun umurum değil, orası sizin mahreminiz! Ama benim pek sevgili annem sisteme de karşıydı yıllarca, herhangi bir insan evladının bu tür şeyler yapıyor olması utanç duvarı önü kafayı kırmayı hakettirecek bir suçtu onun için. Dedim ya Allah'ın sopası yok...)  

Neyse... İstemeyerek aştığım çizgiden geri adım atıp, herhangi bir vukuata sebebiyet vermemek için, karnımın en mikro vızıltısında tuvalete topuklamaya başlayan ben, artık sevgilimin yanında form çay içmiyorum!

30 Temmuz 2010 Cuma

Daha iyi anlatamam...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Caution - High Voltage!

Uyuyup da uykusuz kalmak allak bullaklığın tam ortası....
Herşeyden şüphe, herkese hrrrr'lama, kimseye katlanamama... Hayır telefonda arayan garibanın suçu ne, yanlış güne denk gelmekten başka...

"bu fiyatlar biraz yüksek değil mi?" sorusuna "beğenmediyseniz çalışmayınız, geride 1242 tane daha aynı işi yapan firma var" diyecek kadar umursamazlık... Önümdeki işlere dokunmaktan tiksinmece... Üstüne pembe hayallerde mi geziniyorum, keşke... Benim hayaller pek pembe de olmaz zaten, turuncuyu severim ben....

Çıplak ayak en çimenli alanlara acilen basılmazsa bu elektrik herkesi çarpacak gibi gibi...

Amsterdam...

Taş ev...

Sakızlı muhallebi dükkanı...

Çocuk...

Tatil....

Ayakların yere bastığı, beynin kafatası içinde kaldığı hayat...

Acele olmayan kalkışlar...

Yarım kalmayan geceler....

Klimalı ofis...

Sürekli koparılmayan kafa derisi...

Koca bir sofra çevresinde, şişelere mum yakmacasına içerken, tüm sevdikler ve en sevdikler...

Hepsi yalan halen daha!

Ey benim sesimi fazla çıkarmadığım, senin de zaten zamansızlıktan ve yoğunluktan çok fazla duyamadığın Tanrı'm, eğer bu 30 yaş sendromu vari birşeyse bunu al, yerine vereceğin ile ilgili pazarlığımızı yapalım... Yok bu benim her zamanki nevrotikliğimin bir parçası ise, o zaman şu dışarıdaki ısıyı az kıs, aksi halde bu hızla eriyen beynim zor toparlanacak kışa!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

İ.M.D.A.T. , çok sıcak

Ayaklarım bana ait değil gibi hissediyorum...
Pazartesi ne bok yemeye topuklu giyilmeli kuralı var bilemeyeceğim, ama ayakkabının tüm bantları ayaklarıma işledi...
totodan akan terden bahsedip mide bulandırmıyorum bile...
Beynimin tüm fonksiyonları durdu! 
Sadece uyumak, ve sonra uyumak ve kış geri gelene kadar tekrar uyumak istiyorum...
Hadi kıştan vazgeçtim kendimi en yakın deniz kenarına attığım ilk güne kadar...
Bu sabah 24 saat içerisinde dördüncüsünü aldığım duş arkası, yeni bir buhran geçirirken, ıslak kafamı buzluğun içine sokup dakikalarca beklediğim için pişman mıyım?
Çok!!!
Bu havalar kimi mutlu eder bilmiyorum ama ben mutsuzum...

Babalar gidince, çocukları ne yapar (by Trofolo)

Büyür...

Aynı benim sevgilimin büyüdüğü gibi... Zaten adam olan adamım, şimdi daha adam, daha kırık kalbi -çok başlarında diye kaybının-, daha suskun -kabul edemediği, idrak edemediği duygularının içinde-, daha kaybolmuş - sonunu bildiği halde o beklediği son geldi diye-, daha güçlü - sahip olması gereken sorumluluklarının karşısında...

Hiç tanıma fırsatım olmayan bir baba uğurladım ben bu haftasonu... Söylenen, beklenen, ama geldiğinde hiç beklenmediği farkedilen bir son yaşadık beraberce... Neresinden destek olmam gerek, elini ne zaman tutmam, gözlerimi ne zaman kaçırmam, yüzüne ne zaman bakıp gülmem gerek hiç bilemedim! Çok sevdiğim bu adamın  babasını da çok severdim diye düşündüm sadece... Ritüel hep aynı mide büzüştüren ritüel... Kalp kırıklığı herkesde çok fazla... kimsenin sevgi dolu sözleri teselli etmez arkada kalanı, geride getirmez bırakıp gideni...

Tek bir gözyaşı aktı gözümden o da sevgiliyi kan ter içinde babasının üzerini topraklarla örterken seyredince...

Koşup yakınlarında ona yardım etmeye çalışan babama sarılasım geldi... Tuttum kendimi, bencilliğin daniskasısın diyerek sessizce...

Ofisine götürdü beni gecenin bir saatinde ve hiç tanımadığım babanın kokusunu çektim içime, parmaklarımı dolaştırdım ahşap masasının üzerinde...

Bir hayalet daha bıraktık gökyüzüne ve sevgilim biraz daha büyüdü dün gece!

23 Temmuz 2010 Cuma

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Özledim teninin kokusunu özledim...

Okulların tatil olduğu zamanları özledim...
Bütün gün orada burada gezen, yatağından geç kalkan yumurcakları kıskanıyorum...
Geceleri ben 11sularında yastığa beş santim kala sızarken, onların sokaklarda fingirdeşmesine illetim...
Fame City'i özledim...
Top havuzunda yüzmek için boyum uzun kaldı diye dizleri çaktırmadan kırdığım günleri...
Bir de her deliğinden kunduz kafası çıkan alete elindeki sopa ile - en büyük düşmanıymış gibi vuran babamı seyretmeyi...
Pazartesi günleri kimin Fame city fişleri daha çok kavgalarını...
Yazz'ı özledim...
Tatilya'nın cumhurbaşkanını...
Anneannemin çilek reçelini özledim...
Son kavanozu kime verdiğini bilmemek yanı, o şahsın da ağzından devlet sırrı gibi tek kelime çıkmamasına tilttim...
Bugün mezarına gidip " aaa çok güzel olmuş mermeri, çiçeği" diyecek olmaktan mutsuzum...
Deniz kokusu üstümüze sinmişken, karanlık bahçelerde korku filmi anlatıp çığlıklar atmayı özledim...
Eve çıkan beş kat merdiveni o kadar saçma film özeti üzerine Usain Bolt edasıyla tamamlamayı...
Okulu kırmak için en Deli'm ile yüksekçe metrelerden hastanenin bahçesine atlamayı özledim, nasılsa birşey olursa hastanedeyiz diye birbirimizi kandırarak...

Daha naif, daha az yorgun, daha plansız, daha yaz, daha ergen, daha şişko, daha vurdumduymaz, daha aptal ama daha mutlu olduğum zamanları özledim...

Halkalı steplerindeki güneşe nazır, leb-i boklu dere manzaralı, kliması olmayan akvaryum  ofisimde oturup, susmayacağına kanaat getirdiğim telefonları açmak üzere güç toplarken herşeyi özledim...

8 Temmuz 2010 Perşembe

SiMiT aŞKıNa...


Beni tanıyanlar bilir iştahım pek yerindedir... Yemek için adam satarım, tabağımdan yemek almak isteyenlerin rastgelen yerlerine çatal saplarım, belli saati aşan açlıklarda gözüm döner, çok agresif ve depresif olurum, bunu da aşarsa oturur ulu orta ağlarım, karnım açtır çünkü... Herşeyi yiyebilen inanılmaz bir çöp midem vardır, yemek seçmem, sevmediklerimi özellikle belirtirim ki sonra oturduğum sofrada tatsızlık olmasın... Zamanında tatlı, tuzlu, sulu, kuru, baklagil, puding karışımı bir tabak ile açık büfeden masama ilerlerken restaurant şefi gelip elimdeki tabağı almış, suratıma "emeğe saygılı ol" diye haykırmıştır...

Ama iki şeyin hastasıyımdır...

DÖNER

SİMİT

Her ikisini de sabah öğle akşam ve ara öğün olarak değiştire değiştire yer, hiç sıkılmam! Maalesef sağlıklı yaşam, kilo verme, bir daha almama uğruna döner hayatımdan 11 ay önce çıktı... hiç kimsenin acıtmadığı kadar acıttı bu ayrılık canımı, her dönercinin önünde ağıtlar yakmak, her döner yiyene düşman olmaktan yoruldum! Ama bitti, her biten şeyin acı verdiği, her güzel şeyin de birgün bittiği gibi...

Elimde kalan simit ile mutluluğu yeniden yakalamaya, eksiklikleri doldurmaya çalışırken, aptal bir besin duyarlılık testi, elimden onu da alıp götürmeye çalıştı! 800'e yakın besin arasında iki şeye duyarlı çıktı benim şahsına münhasır bünye! Mercimek, ki yemezsem ölmem, ve susam... Hatırlıyorum gözlerim kararmış, bayılacak gibi olmuştum besin duyarlılık testini yapan sözüm ona doktor " hayatınızdan simidi K.E.S.İ.N.L.İ.K.L.E çıkaracaksınız" dediğinde... Dinledim mi, hayır... Dönere yaptığım sadakatsizliği, simite yapmadım! Daha seçici oldum sadece Bakırköy simidi aldım, Nişantaşında kıtır simitleri görünce iki katı daha pahalı diye almamazlık etmedim, pastane simitlerinden nefret ettim, sevgilinin yaptığı kaşarlı simitleri mideye soluksuz indirdim! Ve sonunda sokağımın köşesinde dünyanın en güzel simidini keşfettim! Benden çok  genç olduğuna inandığım simitçi ile aramızda gün geçtikçe farklı bir ilişki oluştu, önceleri bir kornaya benim gevrek simidi hazırlayıp elime tutuşturan simitçi zamanla muhabbet etmeye başladı! İltifatlar simit tablasındaki simitler kadar güzel... Çok güzelim, bu sabah yine çok şıkım, birkaç gün uğramazsam nerdeyim, ne iş yapıyorum, neden iki gündür uğramıyorum, yine çok güzelim... Hem simit yiyip hem güne iltifatla başlamak nedir bilmeyenler anlamaz beni... Ama bende zamanla birşeyleri anlamamaya başladım! Simit 60 kuruş, nefret bir para, bir araya gelmesi zor oluyor bazen... Başlarda 1 lira verip üstünü aldığım simit, iltifatlar ile beraber zamlandı... 1 lira veriyorum, çok güzelim, nerdeyim, iyi bakıyorum kendime... Para üstü yok!! 1 lira veriyorum, çok güzel yanmışım, işler rast gitsinmiş... Para üstü yok!! 1 lira veriyorum, zayıflamış mıyım, saçımın rengi çok güzel olmuş... Para üstü yok!! Türkiye'nin en pahalı simidini yiyorum, her gün kaşıntı içindeyim, iltifat gırla, ama para üstü yok!

Amaaaannn diyorum bende... SiMiT aŞKına değmez mi?

6 Temmuz 2010 Salı

It's one of those days...

Dinlemekten sıkıldığım, ama kimsenin susmayı bilmediği...
Nefes almak istediğim, ama havanın az geldiği...
Bitiririm sandığım ama totomun hiçbirşeyi bitirmeyi yemediği...
Elimi eteğimi herşeyden çekmeye dört gözle bakıp, yalnız kalmaktan korktuğum...
Bir süreliğine susma hakkımı kullanmak isteyip, hep cevaplar beklenen...
Hiç susmamacasına anlatmak istediklerimi anlatıp, içimde zerre toz bırakmayacağım...
Halen daha kırmaktan korktuğum...
Halen daha kırılmaktan ürktüğüm...
Soğuk duşun bir işe yaramadığı...
Beynin yerinden çıkarılıp bir süre temiz havada kalması gerektiği...
Tüm sistemin yeniden başlamasının çok istenip, zor olduğu...
Bir sahil kasabası hayalleri kurup, dev betonlar arasında sıkışıldığı...
hiç kimseye ve hiç bir şeye istenilen özen ve zamanın verilemediği...
Midenin hep ağızda, ağzın hep içkide, kalbin hep elde, ellerin çok boş, aklın uzaklarda, vücudun hep bilinen yörelerde, sözlerin hep yarım, için pek bir dolu, bakışların görmeden olduğu...

Yine bir ara kapıyı kitleyip, hard core müzikler dinlemek lazım.... 

30 Haziran 2010 Çarşamba

Bu puslu ve ıslak günlerin motto'su da bu olsun...

Deniz güzel, kum güzel, rakı şiş kebab güzel, yine gelecek ben...

Tatil bitti...
10 gün kıpırdamaksızın yatmak, bünyeyi sadece kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerine sürükleyecek kadar hareket ettirmek, çocuk vızıltıları dinlemek ( bu tatilden sonra nihai kararımdır, 0 çocuk yapacağım), yağmurda denize girmek, akşamları şallara sarınıp oturmak, sevgiliyi özlemek, anne baba ile tuvalet dahil herşeyi HER GÜN paylaşmak, denize girerken brrrrrr'lamak, akşam üzeri müziklerde salınmak, çalan her şarkıyı sırası dahil ezberlemek, dondurma yemek, gün batımını seyretmek, Balili hatunlara kendimi mıncıklatmak, gözlükler arkası etrafı kesmek bitti...

Kürkçü dükkanıma geri döndüm, sevgilime geri döndüm, evime geri döndüm, çiçeklerime geri döndüm, Muson iklimine girdiğine tüm kalbimle inanmaya başladığım İstanbul'a geri döndüm, çalışkanlığıma geri döndüm, bir sonraki çıldırmaya kadar da gitmem heralde bir yerlere...

Yeni senaryolar eşliğinde tiyatronun perdelerini açma zamanı şimdi... (bunun orjinal versiyonu sevgiliden çıktı geçenlerde, dibim düştü laf arasında fırıldayınca o cümle...Seviyorum ben bu adamı, çok akıllı!)

Hoşgelmişim....

18 Haziran 2010 Cuma

Hisseli Harikalar Kumpanyası KAPIYOR Perdesini...


Tam bir sene yazdım...
Birilerinden nefret ettim...
Bir adamı çok sevdim, sevgilim yaptım...
Kendimin bile inanamadığı yemekler pişirdim...
16 kilo verdim...
Birşeyleri hayat felsefem yapıp, bazılarını hayatımdan sildim...
Yine deliler gibi içtiğim günler oldu, ehliyeti kaptırdım...
Yeni insanlar tanıdım...
PAMUK'u kaybettim :(((....
Karlarda yürüdüm....
Yağmurlar altında ıslandım...
Bol küfrettim....
Sızdım, ayılamadım....
Çok ayıktım, kaldıramadım...
Hakkımı yemeyin çok çalıştım...
Zam aldım...
Kavga ettim...
Memleketi kurtaramadım...
Yeni şeyler öğrendim...
Sevgili sayesinde daha yeşil bir insan oldum...
30 OLDUM !!!...

Ve bir sene sonra perdelerimi 10 günlüğüne kapıyorum... yine aynı yerde olacağım, bir yere bu kadar mı anı birikir... Yine aynı insanlarla olacağım, insan hiç mi sıkılmaz... Sevgilimi çok özleyeceğim, onu da tabut boyu valizime mi atsam... Ayaklarımı taşlarda kaşıyacağım, ben kum mu sevmiyorum acaba... Balıklara saldan ekmek atacağım, geçen seneden beni hatırlarlar mı ki... Birçok şeyi geride bırakmış olacağım, büyüyor muyum artık... Daha sakin olacağım, acele etmekten mi usandım ben...Denize gireceğim, bol bol, her senekinden çok mu ama... Kafamı dinleyeceğim, ben benle yalnızken biri beni sorarsa ne demeliyim...

Yayında emeği geçen herkese teşekkür ederim... A.S.A.P görüşmek üzere...

Hahahahaha :)

10 Haziran 2010 Perşembe

Doğru söze ne denir...

9 Haziran 2010 Çarşamba

Deniz çekti canım...

Derin sularda boğulmayacağım ben, sığılarda yürürken olacak ne olursa...Derinlerde dibini görmemekten bu kadar korkarken sığılarda dibe bakmadan bu kadar çamura, yosuna takılmak neden, hiç bilinmez... Hep en temizi seçip, sonra merakımla kaldırdığım kumların sularımı bulandırması kimsenin ne sorunu, ne suçu... O zaman ne ayağıma batanlardan, ne dalarsam gözüme kaçacak kumlardan şikayet edemem artık!
Derin sulardaki dalgalardan korkmuyorum ben, kıyılara vuran koca bir dalga alaşağı eder beni... Kumdan kaleleri bozan cinsten bir dalga... Tüm duvarları yıkan! Kendi akılsızlığımdan bu kadar kıyıya yaptığım kalenin yıkılmasından da şikayet edemem o zaman ben!
Deliler gibi koşup, kıyıdaki tüm suları sıçratasım var... Bir de oturup sessizce, zamansızca düşünesim! Dalgaya kapılmamak, kaleyi korumak, bir kaşık suda boğulmamak, kıyıları, kimseleri, KENDİMİ çamurlandırmamak için...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Siz siz olun...

Sakın yanında anahtarı olmayan, alkollü sevgiliyi sabaha karşı kendi evinin kapısında uyuya kalıp bırakmayın... :))

Çıldırabilir!... Bende ki versiyon öyle çıktı en azından, uyarmak istiyorum bu tecrübe neticesinde...

Muhteşem bir haftasonu planı var önümüzde Cuma'dan başlıyoruz sevgili ile zıplayıp hoplamaya... cumartesi programlar ayrı, o en yakın arkadaşının bekarlığa vedasına gidecek, ben ilk AŞK'ımı doğumgünü yemeğine götürüyorum... Dönüşte istikamet sevgilinin evi, anahtarlar apartmandan görevlisinden teslim alınıyor, sadık eş rolünde ben, kıllı çocuklarım ile başlıyorum sevgiliyi beklemeye... En son 03:23'te mesajlaşıyoruz, karnını doyuruyor benim sevgilim, yakında eve doğru yolcu... Ne olduysa o arada oluyor bana ve 03:30 ile 04:16 arası ölü toprağı serpilmiş şekilde uyuyorum, 04:16da anıran bir adamın sesine ve deli gibi çalan bir kapı ziline sıçrayarak... Sevgili çıldırmış, ben uykuluyum, o bağırıyor, camları yumruklamış (yuuh hiç mi duymam), 8 kere aramış (telefonun sesi de sonuna kadar açıktı halbuki), açık camdan içeriye cebindeki tüm bozukları atmış (ev cami önüne peçete açan dilenciler kıvamındaydı hakikaten), ama ben ve kıllı çocuklarım kıllarımızı ve popomuzu kıpırdatmamışız bile... Alkolünde etkisiyle bir buçuk saat (doğru süre 20 dakikadır) sokaklarda süründüğünü söyleyen sevgili bağırdı, bağırdı, bağırdı ve ben uyku sersemi o kadar sersem ve korkmuştum ki hakikaten ağlamaya başladım :)) Ne dediğimi, neye ağladığımı bilmeden sevgilinin bekleme süresinden fazla ağlayınca benim canım sevgili yumuşadı, sarıldı, öptü, okşadı, kendi de yatıştı... Anladı uykunun sevgilisinde bazen çok ağır olabileceğini, evin anahtarlarının herkes de olması gerektiğini, bu kadar ani tepkilere - hele bir de uykudan kalkmışsam - 5 yaş grubu çocukları gibi tepki verdiğimi :)

Aman siz siz olun adamınızı kendi evinin kapısında sabaha karşı sakın kapıda bırakmayın... Hem ertesi gün tüm apartmanı arayıp özür dilemek zorunda kalıyorsunuz hem de tüm arkadaşlarına anlatıyor, bir de onlara açıklama yapmak gerekiyor... 

Ey Türk Gençliği, bu hatun uyur... Bazen bırakın 24 saat uyur o koltuktan bu yatağa yer değiştirerek... Ağır uyuduğu dönemler vardır, top atsan uyanmaz, camı çerçeveyi indirmek nafile... Uykusundan uyandırılırsa da ya kızar küfreder, ya da ağlar, haberiniz olsun!

Hamilelik halleri...


Zor hallermiş, etrafımdaki hamile sayıları arttıkça öğreniyorum...

Anlatılanlarda keyif var illaki, heyecan var, kimsenin anlayamayacağı yaşanması gereken duygular var, düzen bozulması var mutluluk ile karşılanan, hazırlık var, korku var ama bir de bir sürü gariplik, bir sürü değişiklik var senelerce benimdir denen vücutta, duyuda...

Dinledikçe korkuyor insan, korktukça benim 4 olan sayı aşağılara doğru inmeye başladı, başladıkça sevgilinin yüzü daha bir gülüyor, güldükçe sinir oluyorum ben, kalabalık aile istiyorum, ama ne yalan söyliyim korkuyorum...


  • Hep sol tarafıma yatacak olmaktan... O zaman adama hep popoyu dönücez bu bir... Ben solak bir insanım sol tarafım açıkta kalmalı yoksa dengemi bulamam, uyurken bile bu iki... 

  • Sırt üstü ya da yüz üstü yatamayacak olmaktan... yüz üstü pilates topu üzerinde denge kurmak gibi olur heralde, sırt üstü bütün organlar eziliyormuş... Sağa dönersem bebek beslenemiyormuş!! Kabusun en ortası, porsuk gibi uyurum ben, ya uykumda sağıma dönersem, ya beslenirken tam BebeCan tüm hatları tıkarsam... Ayrıca bir zamandan sonra sola dönmek zor olacak, adam mı itecek yatakta varil yuvarlar gibi beni? Yatak odası seksapeli ile vedalaşma zamanı demek ki...

  • Değişen yemek alışkanlıklarından...Herşeyi yemeyeceksin, herşeyi içmeyeceksin, yıllardır içtiğin herşey zaten yeterince başını belaya sokacak o yüzden BebekCan isteniyorsa hayatın nimetlerini onun nimetleri ile ortak noktada buluşturduğun seçimler yapacaksın...

  • Bir yatak iki cüce dolaba bilmem kaç bin liralar sayacak olmaktan! Arabası, ana kucağı, emziği, bezi, oyuncağı, kıyafeti derken soyup soğana çevriliyormuşsunuz... Benim durumda çarpı 4 desenize... Yok, tamam çarpı 3... Hayır, hayır 2... Bir de adamın beline kuvvet tabii...

  • Hayatıma eklenecek olan ilklerden...Yogası varmış bunun, bebek cimnastiği, bebek müziği, bebek çıngırağı, anne karnı sesleri, diş kaşıma bezleri, boku varmış, saçları dökülürmüş, sizin göbeği çatlatırmış, adamı zaten orta yerinden çatlatmış...

  • Aş ermesi varmış ki bu bizce en komiği,bizim sevgili ile nasıl olduğunu çözemediğimiz ama dün kahkahalar ile güldüğümüz için hamile anne ve eşi tarafından çok kınandığımız... Hamile hatun kişi çıldırabiliyormuş bu konuda... Olmayacak zamanda olmayacak şeyi karşındakinin beynini yiyip bitirene kadar isteme sendromuymuş bu aş ermesi... Kış vakti canı yeşil erik çekenler varmış mesela, Beyoglun'da tek bir manav şoklanmış yeşil erik satarmış - 7 tanesi 20 liradan... Zamansız can çekilen meyveleri çıldıran annelere sağlamak amaçlı bir web sitesi varmış mesela, 7 gün 24 saat hizmet verip, Türkiye'nin neredeyse her şehrine ulaşıyormuş - 100 gr dut 15 liradan... Çağla varmış, mandalin varmış (buna aş erme potansiyeli olabilir bende, allah sonumuzu hayır eylesin), incir varmış, vişne varmış, var babam varmış... Sevgilinin arkadaşının hamile eşi tatlı aş ermiş mesela, bir resim gösteriyor, bütün Pelit Pastanesi iki tabağa sığmış, hatun kişide tabakları koymuş kucağına, mest olarak poz veriyor... Anlattığına göre yerken de ağlamış...Bunlar dışında bir kategori daha üstünleri varmış bir de kömür, kireç aş eren... Yok artık diyesim vardı, dedik de zaten sevgili ile... Kömür yemediysem nasıl aş eririm, ayrıca nasıl bir miğdedir o, kömür nasıl yenir? Görüntü de mi hiç rahatsız etmez, ketçap mı dökülür üzerine? Çok soru birikti kafamda bu son iki aş erilen madde ile ilgili, nedeni niçini olmaması, annenin akşam rüyasında kömürcü çırağını görüp, sabahına kömür yemek istemesi çok ürküttü beni... sonra sevgili ile aynı anda kafamızda ben belirdi, koca bir göbek ile kireç aş erdiğim için gecenin bir körü duvarları yalarken :)) Orada attı bizim şalterler tabii, hoş karşılanmadık...

  • doğum anında odasız kalmaktan!...Bir de odası varmış bunun, herkes normal doğum istediği için pek bir problem yaratan... Normal doğum yeni trend olunca, BebekCan'ın ne zaman geleceği ancak 12 saat önceden kesinleşiyormuş, o da şanslıysanız! Dolayısı ile güzel hastanede, güzel oda, misafirleri girişte, anneyle BebekCan'ı içeride ağırlarız planları tamamen suya düşüyormuş... Aldığım duyumlara göre bazı Zzzz semtlerin, Bzzzzt hastanelerinde, Çüüüüşşş para suite'leri normal doğum yapacak anneler tarafından sezonluk kapatılmış... Ne zaman teşrif etmek isterse BebekCan, o zaman devre mülke geçecek aile valizleri toplayıp...

  • Doğum anında yalnız kalmaktan!...Doğuma kimin gireceği çok önemli konuymuş... Anne adayının içeride olacağı kesin de, eli kim tutacak, kim ıkın diyecek, kim nefes aldıracak, kim BebekCan'ın o ilk anına şahit olacak, kısacası kim daha yürekli seçimle belirleniyormuş... Bir kısım annesini istiyormuş yanında, bir kısım baba adayını, bazıları yakın arkadaşını... Adamın o anı görüp benden, şeyimden, ve BebekCan'dan soğumasını pek hoş karşılamayan ben, annemin ağzını arayayım dedim, duyduklarım üzerine! Bizimkinin hiç gönlü yok bu işlerde, içeri girene kadar tutarız elini kolunu, sonrasında ben yokum, kusura bakma dedi :) Hem zaten sen tek başına girer çıkarsın, yapar benim kızım maşallah diye yersiz ve gereksiz gaz vermeler öncesi...
Velhasıl hamilelik halleri şu ana kadar dinlediklerim itibarı ile zor, pahalı, mide bulandırıyor, kimse bununla ilgili detaya girmiyor ama sekse bir süreliğine nokta koyuyor, sağ gösterip sola yatırıyor, fiili üretim anı gelip çattığında da yapayalnız bırakıyor, taa ki minik bir adam (inşallah) ya da kadın (napalım bu da olur) hayatınızın en ortasına gelip cumburlop oturana kadar... Düşündüm, taşındım, 4 zor, yaş da geçiyor zaten... Tanıdığım 3lerin çoğu problemli, sıkıntı olmasın biz eli eteği çekince hayatlarından... Ama 2 için istekliyim, şartlar her ne olursa... Şimdiden şu kirecin tadına bir bakayım ben izninizle....    

2 Haziran 2010 Çarşamba

Geç de olsa keşfettim ki...


 Babayla kavga etmek beni haklı da olsam sersemce ağlatabiliyormuş....
Sevgiliye kıllık yapmak sadece kıllık geri getiriyormuş ki sevgili kıllı olmasına rağmen hiç kıl değil aslında...
Sürekli yakınmak insanları etrafından kaçırıyormuş, kimsenin kendininkiler dışında şikayet dinlemeye gönlü yok...
Sürekli şen şakrak da pek tutulmuyormuş, bu seferde sefa pezevengi gibi görüyorlarmış....
Sevdiğin işi yapıyor olmak çok önemliymiş, en az sevdiğin yemeği yemek kadar...
Her gün sevdiğini yemeği yemek de olmuyormuş ama, o zaman da menüyü ve işkembeyi biraz geniş tutmak gerekiyormuş... 
Pamuk hayatımda çok önemli bir yer tutuyormuş, o gidince kocaman bir boşluk olmuş, boşluğu kimse dolduramamış, sadece bol şaşkınlık, daha da bol özlem varmış...
Ben uslanmaz bir vakaymışım, ütüyü parmakla değil avuç içi ile kontrol edecek cinsten aptal cesaretli, gözü hiçbirşeyleri görmeyecek kadar sevebilen, kızdı mı tükenmez kalem silgisi ile yok eden...
Bazen olur olmaz küfrediyormuşum pek kallavi, annem çok kızıyor, koca eşşekkkk diye geri küfrediyor....
Sevdiğinle sevişmek, severken sevişmek, sevişirken sevilmek, sevgilimle sevişmek dünyalara bedelmiş...

1 Haziran 2010 Salı

Dünya Müzesi...

Suratımızı hiç kaldıramayacağımız zamanlar gelecek... Taşlaşmış duygularımızla beraber! Utancımıızdan mı nefretimizden mi göreceğiz, ama birbirimizin yüzüne bakamayacağız, çocuklarımızın da... Nefret, şiddet, savaş, acımasızlık, kan, kirlilik, berbat bir hayat ve dünya devredeceğiz neslimizin devamına! Çok benzerini bizim devir aldığımız gibi.. Hiç biri affetmeyecek bizi, affedilmeyi hak edecek hiçbirşey yapmadığımız için, sanırım böyle bir beklentimiz de olmayacak!
Senelerdir ekilen nefret, bastırılan duygular, zenginlik ve fakirlik arası uçurumlar, umursamadan pislettiğimiz çevre artık  oldu... Şimdi hepsinin tek tek ve bazen de beraber kusma sırası... Şimdi insanların sebebine aldırmayıp birbirini öldürme sırası... Şimdi yüzyıllardır aynı topraklarda yaşamış ama birbirine kan, nefret, örf, adet, dil, din davalı haline getirilmiş insanların kendi borularını öttürme sırası... Şimdi koca bir körfezin, denizin, balığın, kuşun bir pardon karşılığında yok olup gitme sırası... Şimdi insanlık mağlup, politika açık ara galip, şiddet her yerde hükümdar, acımasızlık paha biçilmez, saygı ve sevgi karaborsa... Şimdi çocuklar ölü, ülkeler savaşa hazır, çok büyük bölüm vurdumduymaz, herkes bencil!!
Ben 31 Mayıs Pazartesi günü şehitlerden utandım, yanlış günü seçmişlerdi çünkü, adları bile zor geçti... Halbuki asıl topraklarımda katledilen onlardı, asıl topraklarımız da protesto etmemiz gereken onların katliamıydı... Ben 31 Mayıs Pazartesi günü takkeli, çarşaflı, çember sakallı, dualı, tekbirli ve en önemlisi kıçının bokunu Filistin yıkarmış gibi, Filistin bayrakları ile sokakları dolduranlardan utandım... Ben 31 Mayıs Pazartesi günü yardım amaçlı hareket etmek isteyen bir grup insanı hunharca katleden İsrail'den utandım... Anlam veremediğim faşist duygular ve yargılar ile kendi topraklarında doğmuş, büyümüş, bu ülkeye faydalı olmuş, olmayı halen daha sürdürmüş, ama bizim gözü dönmüşlüğümüz yüzünden ürkek kediler gibi merdiven altlarına sığınmak zorunda bırakılan Musevi arkadaşlarımıza laf atan arkadaşlarımdan utandım... Bir ülke olarak bu kadar kullanılmaktan utandım... Bir kısmın derdinin halen daha Eurovizyon'daki ermenistan'ın koca memeleri olup, gündemini bunun üzerine kurmasından utandım... Ben 31 Mayıs pazartesi günü en çok da böyle bir dünyaya minimum iki çocuk getirmeyi planladığım için kendimden utandım!!
Yüzümüzü kaldırıp birbirimize bakamayacağımız günler uzak değil... Gözlerimiz, beynimiz, ellerimizin taşlaştığı gün kalbimizin de taşlaşacağı gün olacak! Bir ucundan başladık bile...