30 Temmuz 2010 Cuma

Daha iyi anlatamam...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Caution - High Voltage!

Uyuyup da uykusuz kalmak allak bullaklığın tam ortası....
Herşeyden şüphe, herkese hrrrr'lama, kimseye katlanamama... Hayır telefonda arayan garibanın suçu ne, yanlış güne denk gelmekten başka...

"bu fiyatlar biraz yüksek değil mi?" sorusuna "beğenmediyseniz çalışmayınız, geride 1242 tane daha aynı işi yapan firma var" diyecek kadar umursamazlık... Önümdeki işlere dokunmaktan tiksinmece... Üstüne pembe hayallerde mi geziniyorum, keşke... Benim hayaller pek pembe de olmaz zaten, turuncuyu severim ben....

Çıplak ayak en çimenli alanlara acilen basılmazsa bu elektrik herkesi çarpacak gibi gibi...

Amsterdam...

Taş ev...

Sakızlı muhallebi dükkanı...

Çocuk...

Tatil....

Ayakların yere bastığı, beynin kafatası içinde kaldığı hayat...

Acele olmayan kalkışlar...

Yarım kalmayan geceler....

Klimalı ofis...

Sürekli koparılmayan kafa derisi...

Koca bir sofra çevresinde, şişelere mum yakmacasına içerken, tüm sevdikler ve en sevdikler...

Hepsi yalan halen daha!

Ey benim sesimi fazla çıkarmadığım, senin de zaten zamansızlıktan ve yoğunluktan çok fazla duyamadığın Tanrı'm, eğer bu 30 yaş sendromu vari birşeyse bunu al, yerine vereceğin ile ilgili pazarlığımızı yapalım... Yok bu benim her zamanki nevrotikliğimin bir parçası ise, o zaman şu dışarıdaki ısıyı az kıs, aksi halde bu hızla eriyen beynim zor toparlanacak kışa!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

İ.M.D.A.T. , çok sıcak

Ayaklarım bana ait değil gibi hissediyorum...
Pazartesi ne bok yemeye topuklu giyilmeli kuralı var bilemeyeceğim, ama ayakkabının tüm bantları ayaklarıma işledi...
totodan akan terden bahsedip mide bulandırmıyorum bile...
Beynimin tüm fonksiyonları durdu! 
Sadece uyumak, ve sonra uyumak ve kış geri gelene kadar tekrar uyumak istiyorum...
Hadi kıştan vazgeçtim kendimi en yakın deniz kenarına attığım ilk güne kadar...
Bu sabah 24 saat içerisinde dördüncüsünü aldığım duş arkası, yeni bir buhran geçirirken, ıslak kafamı buzluğun içine sokup dakikalarca beklediğim için pişman mıyım?
Çok!!!
Bu havalar kimi mutlu eder bilmiyorum ama ben mutsuzum...

Babalar gidince, çocukları ne yapar (by Trofolo)

Büyür...

Aynı benim sevgilimin büyüdüğü gibi... Zaten adam olan adamım, şimdi daha adam, daha kırık kalbi -çok başlarında diye kaybının-, daha suskun -kabul edemediği, idrak edemediği duygularının içinde-, daha kaybolmuş - sonunu bildiği halde o beklediği son geldi diye-, daha güçlü - sahip olması gereken sorumluluklarının karşısında...

Hiç tanıma fırsatım olmayan bir baba uğurladım ben bu haftasonu... Söylenen, beklenen, ama geldiğinde hiç beklenmediği farkedilen bir son yaşadık beraberce... Neresinden destek olmam gerek, elini ne zaman tutmam, gözlerimi ne zaman kaçırmam, yüzüne ne zaman bakıp gülmem gerek hiç bilemedim! Çok sevdiğim bu adamın  babasını da çok severdim diye düşündüm sadece... Ritüel hep aynı mide büzüştüren ritüel... Kalp kırıklığı herkesde çok fazla... kimsenin sevgi dolu sözleri teselli etmez arkada kalanı, geride getirmez bırakıp gideni...

Tek bir gözyaşı aktı gözümden o da sevgiliyi kan ter içinde babasının üzerini topraklarla örterken seyredince...

Koşup yakınlarında ona yardım etmeye çalışan babama sarılasım geldi... Tuttum kendimi, bencilliğin daniskasısın diyerek sessizce...

Ofisine götürdü beni gecenin bir saatinde ve hiç tanımadığım babanın kokusunu çektim içime, parmaklarımı dolaştırdım ahşap masasının üzerinde...

Bir hayalet daha bıraktık gökyüzüne ve sevgilim biraz daha büyüdü dün gece!

23 Temmuz 2010 Cuma

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Özledim teninin kokusunu özledim...

Okulların tatil olduğu zamanları özledim...
Bütün gün orada burada gezen, yatağından geç kalkan yumurcakları kıskanıyorum...
Geceleri ben 11sularında yastığa beş santim kala sızarken, onların sokaklarda fingirdeşmesine illetim...
Fame City'i özledim...
Top havuzunda yüzmek için boyum uzun kaldı diye dizleri çaktırmadan kırdığım günleri...
Bir de her deliğinden kunduz kafası çıkan alete elindeki sopa ile - en büyük düşmanıymış gibi vuran babamı seyretmeyi...
Pazartesi günleri kimin Fame city fişleri daha çok kavgalarını...
Yazz'ı özledim...
Tatilya'nın cumhurbaşkanını...
Anneannemin çilek reçelini özledim...
Son kavanozu kime verdiğini bilmemek yanı, o şahsın da ağzından devlet sırrı gibi tek kelime çıkmamasına tilttim...
Bugün mezarına gidip " aaa çok güzel olmuş mermeri, çiçeği" diyecek olmaktan mutsuzum...
Deniz kokusu üstümüze sinmişken, karanlık bahçelerde korku filmi anlatıp çığlıklar atmayı özledim...
Eve çıkan beş kat merdiveni o kadar saçma film özeti üzerine Usain Bolt edasıyla tamamlamayı...
Okulu kırmak için en Deli'm ile yüksekçe metrelerden hastanenin bahçesine atlamayı özledim, nasılsa birşey olursa hastanedeyiz diye birbirimizi kandırarak...

Daha naif, daha az yorgun, daha plansız, daha yaz, daha ergen, daha şişko, daha vurdumduymaz, daha aptal ama daha mutlu olduğum zamanları özledim...

Halkalı steplerindeki güneşe nazır, leb-i boklu dere manzaralı, kliması olmayan akvaryum  ofisimde oturup, susmayacağına kanaat getirdiğim telefonları açmak üzere güç toplarken herşeyi özledim...

8 Temmuz 2010 Perşembe

SiMiT aŞKıNa...


Beni tanıyanlar bilir iştahım pek yerindedir... Yemek için adam satarım, tabağımdan yemek almak isteyenlerin rastgelen yerlerine çatal saplarım, belli saati aşan açlıklarda gözüm döner, çok agresif ve depresif olurum, bunu da aşarsa oturur ulu orta ağlarım, karnım açtır çünkü... Herşeyi yiyebilen inanılmaz bir çöp midem vardır, yemek seçmem, sevmediklerimi özellikle belirtirim ki sonra oturduğum sofrada tatsızlık olmasın... Zamanında tatlı, tuzlu, sulu, kuru, baklagil, puding karışımı bir tabak ile açık büfeden masama ilerlerken restaurant şefi gelip elimdeki tabağı almış, suratıma "emeğe saygılı ol" diye haykırmıştır...

Ama iki şeyin hastasıyımdır...

DÖNER

SİMİT

Her ikisini de sabah öğle akşam ve ara öğün olarak değiştire değiştire yer, hiç sıkılmam! Maalesef sağlıklı yaşam, kilo verme, bir daha almama uğruna döner hayatımdan 11 ay önce çıktı... hiç kimsenin acıtmadığı kadar acıttı bu ayrılık canımı, her dönercinin önünde ağıtlar yakmak, her döner yiyene düşman olmaktan yoruldum! Ama bitti, her biten şeyin acı verdiği, her güzel şeyin de birgün bittiği gibi...

Elimde kalan simit ile mutluluğu yeniden yakalamaya, eksiklikleri doldurmaya çalışırken, aptal bir besin duyarlılık testi, elimden onu da alıp götürmeye çalıştı! 800'e yakın besin arasında iki şeye duyarlı çıktı benim şahsına münhasır bünye! Mercimek, ki yemezsem ölmem, ve susam... Hatırlıyorum gözlerim kararmış, bayılacak gibi olmuştum besin duyarlılık testini yapan sözüm ona doktor " hayatınızdan simidi K.E.S.İ.N.L.İ.K.L.E çıkaracaksınız" dediğinde... Dinledim mi, hayır... Dönere yaptığım sadakatsizliği, simite yapmadım! Daha seçici oldum sadece Bakırköy simidi aldım, Nişantaşında kıtır simitleri görünce iki katı daha pahalı diye almamazlık etmedim, pastane simitlerinden nefret ettim, sevgilinin yaptığı kaşarlı simitleri mideye soluksuz indirdim! Ve sonunda sokağımın köşesinde dünyanın en güzel simidini keşfettim! Benden çok  genç olduğuna inandığım simitçi ile aramızda gün geçtikçe farklı bir ilişki oluştu, önceleri bir kornaya benim gevrek simidi hazırlayıp elime tutuşturan simitçi zamanla muhabbet etmeye başladı! İltifatlar simit tablasındaki simitler kadar güzel... Çok güzelim, bu sabah yine çok şıkım, birkaç gün uğramazsam nerdeyim, ne iş yapıyorum, neden iki gündür uğramıyorum, yine çok güzelim... Hem simit yiyip hem güne iltifatla başlamak nedir bilmeyenler anlamaz beni... Ama bende zamanla birşeyleri anlamamaya başladım! Simit 60 kuruş, nefret bir para, bir araya gelmesi zor oluyor bazen... Başlarda 1 lira verip üstünü aldığım simit, iltifatlar ile beraber zamlandı... 1 lira veriyorum, çok güzelim, nerdeyim, iyi bakıyorum kendime... Para üstü yok!! 1 lira veriyorum, çok güzel yanmışım, işler rast gitsinmiş... Para üstü yok!! 1 lira veriyorum, zayıflamış mıyım, saçımın rengi çok güzel olmuş... Para üstü yok!! Türkiye'nin en pahalı simidini yiyorum, her gün kaşıntı içindeyim, iltifat gırla, ama para üstü yok!

Amaaaannn diyorum bende... SiMiT aŞKına değmez mi?

6 Temmuz 2010 Salı

It's one of those days...

Dinlemekten sıkıldığım, ama kimsenin susmayı bilmediği...
Nefes almak istediğim, ama havanın az geldiği...
Bitiririm sandığım ama totomun hiçbirşeyi bitirmeyi yemediği...
Elimi eteğimi herşeyden çekmeye dört gözle bakıp, yalnız kalmaktan korktuğum...
Bir süreliğine susma hakkımı kullanmak isteyip, hep cevaplar beklenen...
Hiç susmamacasına anlatmak istediklerimi anlatıp, içimde zerre toz bırakmayacağım...
Halen daha kırmaktan korktuğum...
Halen daha kırılmaktan ürktüğüm...
Soğuk duşun bir işe yaramadığı...
Beynin yerinden çıkarılıp bir süre temiz havada kalması gerektiği...
Tüm sistemin yeniden başlamasının çok istenip, zor olduğu...
Bir sahil kasabası hayalleri kurup, dev betonlar arasında sıkışıldığı...
hiç kimseye ve hiç bir şeye istenilen özen ve zamanın verilemediği...
Midenin hep ağızda, ağzın hep içkide, kalbin hep elde, ellerin çok boş, aklın uzaklarda, vücudun hep bilinen yörelerde, sözlerin hep yarım, için pek bir dolu, bakışların görmeden olduğu...

Yine bir ara kapıyı kitleyip, hard core müzikler dinlemek lazım....