28 Nisan 2010 Çarşamba

Barış için, kardeşlik için...

Batsın bu dünya....

Bu ne yaaa... Hayır biri bana anlatsın bu kadar şiddet, nefret, öfke, birbirini düdükleme, sapıklık, sapkınlık  neden? Ve tüm bunların yanında bir de vurdumduymazlar, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncılar...  Küçücük bebeklere tecavüz ediliyor, koskoca adamlar bizim oylarımızla bir binanın içine toplanıp birbirini dövüyor, asıl görev temsil etmekken, kimin eli kimin şeyinde belli değil, en yüksek benzin fiyatları ile en çevreci ülke seçilmişiz, gavurcuk da şaşırdı, bilemedi bizi nereye koysun, gencecik insanlar patır kütür intihar ediyorlar, düşünce çakılıp ölecekleri ilk en yüksek yerden, topluma psikopatlar ektik, hepsi yeni yeni bitmekte, gün aşırı milletin beynine sıkıp öldüren mi istersin, karıyı kızı toplayıp sokaklarda satan mı... 
Her alete RESET düğmesini koymayı bilen teknoloji, yap bir büyüklük şu dünyayı da bir sıfırlayalım... Yoksa halimiz çok yaman!!

26 Nisan 2010 Pazartesi

Olacağı budur işte... cik cik de bir yere kadar!

Twitter is over capacity.

Too many tweets! Please wait a moment and try again.

22 Nisan 2010 Perşembe

İki şeyden şikayetçiyim...

Son bir aydır bu şikayetlerim devam etmekte... Çözümü tam buldum diyorum yeniden şikayet ediyorum...

Birincisi hayatımın en nefret ettiğim birinci hayvanı olan karınca! Herşeyi, herkesi seven ben, karınca derseniz akan suları gider hakikaten durdururum... Korkmak değil benimkisi, bildiğiniz, anladığınız, farklı nesne ya da kişilere hissetiğiniz NEFRET!... Her zaman derim repitatif hareketlerden ve koyun psikolojisinden hiç hoşlanmam... Bu karınca öyle bir hayvan ki, bir kere ödlek! Gidebiliyor mu bir yere tek başına, hayır! Giderse ancak peşine sürüsünü takıp gidiyor, on yüz milyon haneli rakamlarla! Ayrıca üretiyor mu bana yarayacak birşey, ona da hayır! Lüzumsuz, siyah, kıpır kıpır bir görüntü oluşturmaktan, yere bir iki kırık düştüyse onun etrafında birbirini eze eze dolanmaktan başka yapabildikleri hiçbirşey yok... Doğaya katkı, bazı hayvanlar onlardan besleniyor, çok çalışkanlar... Bırakın bu zırvaları... Kim isterse o karınca ile beslensin, yeter ki benim ÇATI!! katı olan evimden uzak dursunlar! Her türlü börtü böceği elimle tutar atarım, çok başedemeyeceğim boyutlardaysalar gavur yapmış ShellTox'u basar öldürürüm, hayvan delisiyimdir en son planım eve su samuru almak, tiksindiğim, yok olmaz dediğim canlı ya da cansız çok azdır bu dünyada, ama karınca görürsem sinir krizi geçiriyorum. (tüm çevreci arkadaşlarıma duyurulur, sokakta gezenleri ile ilgili sorunum yok - gözden ırak gönülden de ırak! Yeter ki evimden içeri girmesinler) Anneme göre;

  • Çalışkanlar, ama ben küçükken de hikayede ağustos böceğini sever, ona ağlarmışım kışın sokakta kaldı diye! Karınca böyle subursuz bir hayvan diye düşünüyordum herhalde çocuk aklımla, ne eğlenmeyi biliyor ne yardımı! Tek bildiği grup olarak git, istila et, topla, sırayı bozmadan geri dön!
  • Bereketler, sevgilinin işlerinin çok iyiye gideceğine yoruyor... İyi de o zaman niye onun evinde değil de 40 km ötede benim evimde çıkıyorlar gün aşırı? 
  • Beni çok seviyorlar... Kabus! Ve çok tek taraflı bir sevgi! gidin karıncalar, basın gidin evimden, ben sizden nefret ediyorum... Ve bu nefret hiç bir zaman büyük bir aşka dönüşmeyecek!
İkinci şikayetim yoğunluk ve yorgunluk... Çok yoğunum son bir aydır işte, gece yarılarından önce işten çıkmam mümkün olmuyor!... Bir de üstüne sosyal hayat düzgün gitsin diye koştur, sevgiliye ve sevgiliyle koştur, sporda haftanın dört günü koştur.... Bittim! Bittim ve dün zaten sabaha karşı girdiğim yatağımdan düştüğümü bile sabah alarm çalınca farkettim! toto bir yerde, ayaklar başka, kollar desen uyuşmuş yatılan pozisyon hiç bozulmadığından, alarm çaldı, çaldı, çaldı ve çaldı... Sonra hal ve gidişatın vehametini bilen baba, hissetti heralde alarmdan 10 dakika sonra aramaya başladı! Yıkılmadım, ayaktayım... Hatta bu gece bir düğün ve çok özlediğim sevgili ile bir sevişme çıkarmam lazım... ama yarın dokunanı yakarım, en malak halimle koltuk,yatak, yastık, yer yatıcam uyuycam...


Çocukları rahat bırakın...

Evimin çok yakınında okul var benim... 
İlk zamanlar çok zorluk çekmiştim, hafta içi değil de haftasonları etüd yaptıklarında... Mehter marşı ile derse girip, İzmir marşı ile teneffüse çıkıyordu çocuklar ve ben tüm marşlarda ayaktaydım... Sonra uçağa, ezana, İstanbul'un yarı martı popülasyonun çatımda bilimum yarışları yapmasına ve marşlara alıştım... 
Hep acıyorum küçücük çocukların kendilerinden büyük çantalar, ellerinde torbalar, kollarında anne babalar ile sokaklarda sabahın köründe yalpalamasına... He biz yapmadık mı yaptık, ve eminim bize de acıyanlar olmuştur! Gün gelip devran döndü ve sıra bende şimdi...
Ama birkaç gündür gözlemlediğim garip bir olay var... Çocuklar havalardan mı, bizi teğet geçen küllerden mi, ağır çantalardan mı bilinmez, sabahın köründe yolların ortasındalar, acayip boş bakıyorlar, havaya bakıyorlar... Korna çalıyorsun, sanki transdan uyanıyor velet... Hayır, hep aynısını görüyorum desem, yine korkucam ama ufak derinlikte bir nefes de çekicem, ama farklı farklı bir sürü çocuk bunlar... Kızlı erkekli... 
Artık bu sabah cidden tırstım, aklıma üçüncü sınıf bir korku filmi geldi, çocukların zuzaylılar tarafından beyninin yıkandığı ve hepsinin platin sarısı minik canavarlara dönüştüğü... Yarın tören vakti, hiç üşenmeyip gidip gözlemleyeceğim okulu... Birden fazla havalara bakıp, hareketsiz duran varsa, yarın ki en şenlikli günün tersine, ben kaçtım, uzaylılar aramızda!
Kalanların 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramını en içten dileklerimle kutlarım! 

15 Nisan 2010 Perşembe

Tik tak tik tak tik tak....


Çok az kaldı 30'a... Hepi topu birkaç gün... Gerçi ben sene 2010'a döndüğü ilk andan beri yaşımı soranlara 30 dedim. Bir korkum yoktu, yok da, 3'lerin getireceklerinden, alıp götüreceklerinden, yüzümde daha fazlalaşacak çizgilerden, kalbimde daha derin izler bırakacak acılardan, sağlık sorunlarından, mutluluk bulutlarından... Hepsini farklı algılayacağımı düşündüğüm, bazı bölümleri için planlar yaptığım, büyük bir bölümü için her zamanki gibi, bugüne kadar ki gibi bekleyip göreceğim bir döneme giriyorum ben! Çok heyecanlıyım, pek bir kıpır kıpır içim... Bahar çocuğu olmanın etkisi büyük bu kıpır kıpırlıkta elbet! Tomurcukların patladığı, havaların ısındığı, insanların cıbıldaklaştığı, börtü böceğin arttığı, güneşin parladığı günlerin çocuğuyum ben! Sürekli gülümseme hallerim bu yüzden! İçime sığdıramadığım sırıtıklarım bu zamanların güzelliğinden baki hep bana! Bu sene daha bir içten gülümsemelerim ama, içimdeki heyecanı bir yerlere sığdıramıyorum, 30 oluyorum... Daha akıllanmayacağım biliyorum, daha aptallaşmayacağımda inşallah! Daha farklı bakacağım hayata, herşey daha değerli olacak... Kazanmalarım daha zevk verirken, kayıplar çok daha ağır koyacak! Toz pembe dünyalar olmayacak artık bir yerlerinde sığınıp saklanabileceğim, herşey daha gerçek olacak, acısı ve tatlısı ile... Çocuklarım olacak belki, çok istediğim, içlerinde benden bir parça devam etmesini dilediğim, en az benim kadar hayat dolu, inşallah benden çok daha akıllı ve yetenekli! Belki de bir hayvanat bahçesi kuracağım, çok istediğim fili, pengueni, kaplanı, ayıyı, maymunu, kazı, zebrayı, zürafayı koyabilmek için kedi ve köpek familyamızın yanına! Ya da yalın ayak başı kapak balık tutacağım ücra kasabalarda, haberiniz olacak yerim ve yurdumdan sakızlı muhallebimi tadıp, taze balıklarımı yiyeceksiniz bir kadeh rakı yanında! Anlayacağınız önümüz 30 ve artık hayallerimden birini gerçekleştirmek için daha aceleci ama çok daha seçici olacağım! Ödün vermeyeceğim, kaybetmeyeceğim tek şey çocukluğum olacak, belki biraz deliliğim, fazlaca yufka yüreğim, bolca dağıttığım için bazen elde kalmayıp yedek kasadan kullandığım sevgim, aşklarım, savaşlarım, kendimle barışlarım, imzaladığım ateşkeslerim, toplarım, tüfeklerim, kırıklarım, yara bantlarım, dostlarım... Bunca sene ve gündür yaşadığım her saniyesine imzamı attığım bu evrende, tek birşey korkutuyor beni 30 olmaktan, 31, 35, ...,40, 50 lere devam etmekten, o da sevdiklerimi giderken görmek, sevdiklerime veda etmek! Ona da çözümü arayanlar var, her gün dürtüklüyorum kendilerini bir gelişme var mı, kalmasını istediklerimin listesini yollayayım mı diye...
Çok az kaldı, 30 oluyorum yakında... Daha güzelim, daha cesur, daha şen kahkahalarım var, söyleyemediğim sözler daha az, kırılmamayı öğrenmede, kıranları etrafımdan uzaklaştırmada daha başarılıyım, mutluluğum yanı mutsuzluğumu da paylaşmayı öğreniyorum, dostların bir elin parmaklarını geçmeyeceğini kavradım, beklentilerimi çok yüksek, kalbimi çok açık tutmuyorum, yine de herkesi çok seviyorum, yalanlarım azaldı, kendimi kandırmalarım da, daha heyecanlıyım yenilik getiren herkes ve herşey için, daha temkinliyim bilmediğim açık sularda, daha çok koşturuyorum oradan oraya, zaman azaldığından değil de zaman artık çok daha değerli olduğundan, geçmiş ile kavgalarım daha az, gelecek kaygılarıma yenilerini eklemek yerine, daha az kaygılı gelecek planları yapmaya başladım bu aralar, kıskançlıklarım daha mantıklı artık, yemeklerim kesinlikle daha az yağlı, vücudum daha bir sağlıklı... Hep aşıktım kendime - tek çocuğum ben, mazur görün bu narsistliği - şimdi daha bir başka seviyorum benden ben yapan, beni yapan, benimle yapan, bensiz adım atmayan, beni ekseriyetle dinleyip, bazen hiç sallamayan kendimi.... Çok az kaldı, 30 oluyorum... Heyecandan dilim damağım kuruyor her telaffuz ettiğimde! Büyüyorum diyorum, anneme göre beynen ya da ruhen değil ama... :) Şikayet etmiyor sanırım, benden daha heyecanlı hatta, çocuğu ile 30u pek yakında kutlayacağı, deli kızını yeni dönemine uğurlayacağı, bu dönemde kendini nelerin beklediğini az çok kestirdiği, uğraşmaktan hiç sıkılmayacağı bir hayatı paylaştığı için benimle...Çok az kaldı, 30 oluyorum.... Beni seven bir adamın yanında mutlu olmayı öğreniyorum! Hatalar yapıyorum, başıma yine dertler açacağımı, bazen kendimle beraber herkesi kıracağımı, silkinip yine de ayaklarım üzerinde duracağımı biliyorum! Bu kadar heyecana kağıt helva arası sade dondurmayı hak etmiyor muyum?...

9 Nisan 2010 Cuma

8 Nisan 2010 Perşembe

Mükemmel tablo... A.L.E.R.T - A.L.E.R.T !!


Rio'da bir sel oluyor, ülkenin ikinci büyük kenti tamamen felç... İnsanlar ölü, evsiz, suda yüzmekten buruşmuş ya da kayıp....

Endonezya yine sallanmış... Şahsına münhasır ülke sallandı mı 7den aşağı sallanmıyor, ölü, yaralı, hasar henüz daha bilinmemekte! daha öncekilerden kalan olduysa onlarda bu depremde gittiler sanırım!

Bişkek'te hükümeti devirdiler, ortalık kan revan, insanlar birbirine saldırıp saldırıp duruyorlar...

Farklı farklı ülkelerde biraz kassam çocuğum olacak yaşta insanlar birbirlerini kesip, yanına da patates haşlayıp yiyorlar... Toplu intihar ya da katliamlardan bahsetmiyorum bile...

Bizde herkes birbirini dinliyor, hiç beklemediğin adamlar toplumun en yüz karası çıkıyor, doğru konuşanların çoğu Silivri ya da benzer yerlerde, işssizlik de tembellik de diz boyu, armut piş ağzıma düş mantığı ile olan olmayan ta**aklarını yaymış oturuyor, üretim yok, tüketim çok... 

Amerika Rusya ile anlaşma imzalıyor, astronotları Rus uzay mekiği ile uzaya gitsin ortak araştırmalar yapılsın diye... Her ikisi de yeni dünyalar arıyorlar demedi demeyin! bitirdik çünkü bu dünyayı! Bundan sonra en yenilenebilir enerjileri de kullansak, en doğa dostu da olsak - ki biz insan olarak birbirimizin dostu olmayı bile beceremiyoruz değil doğa dostu olalım-, en geri dönüşümlü de olsak, bu dünyadan bir cacık olmayacak... Sevgili daha iyi biliyor bu işleri, çok çabalıyor birşeyler yapabilmek için, yazıyor çiziyor (http://www.enerjienergy.com/artikel.php?artikel_id=99   --  Bu onun en son yazısı) Ama ben zannetmiyorum ki bu dünya kurtulsun... Kin, nefret, asabiyet, kıskançlık, açlık, sefalet, doğal kaynaksızlık, tüketim kibiri, üretim tembelliği, pisletme güdüsü bu kadar hüküm sürerken, ben ne mi yapıyorum...? Para biriktiriyorum, bol bol hem de! Çünkü bizim memleketin yapamadığını, yapamayacağını bir gün birileri yapacak ve bu dünya puffff diye toz olmadan bir kısım insan gidebilecek başka yerlere! Suyun bol ve temiz olduğu, yeşilin yeşil olduğu, havanın solunduğu, yeniden yapılanmanın bugünlerden ders alınarak daha düzgün olacağı, saygı ve sevginin tekrar var olacağı bir yerlere... Ben göremem heralde, ömür vefa etmez gibi geliyor! Ama 4 çocuk istiyorum ben, bu leş dünyaya getirmek için! Oldu da o an geldi, onlara ya da onların çocuklarına bir fırsat teklif edildi, gidiyoruz bu dünyadan daha iyilerine diye, o zaman benim biriktirdiklerim inşallah bir katkı olacak çocuklarıma, torunlarıma... Bir de mektup yazacağım hepsine, çok gülecekler kesin, anne/anneanne elle mektup yazmış bize diye :) Sevgi ve saygı dolu olun, önce kendinize, sonra çevrenize, ota, börtü böceğe, sizi siz yapan geçmişinize, doğaya, doğmayana, doğacak olana, insana, kadına, erkeğe, kertenkeleye (ben ilk hayatımda kertenkeleydim, pek değerlidir benim için), kısacası herşeye.... Ve sömürmeyin hiç bir şeyi çok fazla, çünkü gideceğiniz yeni dünyada da kalıcı olmayabilir hiç biri, hiç kimse diye...

Sizde bir ucundan planlarınızı yapmaya başlayın bence... Herşeyin bir sonu olduğu gibi bu dünyanın da olacak, eli mahkum! Siz de, çocuklarınız da ve eğer şanssızlarsa torunlarınız da gittikçe kötüleşen bir dünya görecekler, o dünyada yaşayıp, totoları kollamaya, maskeler arkasında nefes almaya, güneşin kavuruculuğundan korunmak için gölgelerde dolaşmaya, ölen kutup ayılarına yaslar tutmaya, iç şavaşların arasında kalmaya, su dilenmeye başlayacaklar... Yapacak şeyler artık çok kısıtlı, bazı ülkeler belki ama bizim gibi ülkeler ve dünyanın birçoğu bu bilince sahip değil, dolayısı ile bol para biriktirin benim gibi... Yeni jenerasyonlarınıza fazla uzak gözükmeyen uzay yolculuğunda yerlerini ayırtmak için... Benden söylemesi...

6 Nisan 2010 Salı

Bandırma, Bandırma... Bandırıcezz, Bandırıcezzz...

Haftasonu Pamuk'un kırk duası için memleketine yola çıktım.. Bizim Pamuk aslen Gönen'li... ama bandırma'ya evlenmiş, annem, dayılar Bandırma doğumlu! Uzun zamandan sonra gidilen Bandırma, feribot fırıldanmaları sıcak sıcak yeni çıktı.. buyurun afiyetle :)

cumartesi sabahı 06:30 itibarı ile Yenikapı İDO İstanbul-Bandırma hattı Turgut Özal feribotundayım... Aşk gemisi vari değişmiş, gelişmiş feribot... Seneler önce benzer şekillerde bindiğimiz arabalı vapurlar ile hiç alakası yok... business class denen class bile var, herkesin tepesinde oturuyor onlar! Yaklaşık iki sene sonra benzer bir feribot seyahati... Bu seferin tek farkı Yunan sularında olmamak! Bir de Vassilis yok, dolayısı ile o uyumadı, ben sıkılmadım, millete de sarmadım :) Tek başımaydım. Sevgili bırakmıştı beni Yenikapı'ya, uyku akıyordu gözlerinden... Yıllar önce Pamuk, ben ve annem böyle bir feribot ile gitmemiştik Bandırma'ya sanırsam... Sanki dışarıda oturabiliyorduk, etrafı kirli camlar ardından değil de gözlerimizin renkleriyle görebiliyorduk... Bandırma'ya yanaşırken, püfür püfür rüzgar hatırlıyorum birde... Bu sefer bolca egzost kokusu vardı, yanlış taraftan da indiğim için...Sadece bendim... Anne bir önceki gün atmıştı kendini doğduğu memlekete, Pamuksa hiç yoktu!!  Onun 40 mevlüdüne gidiyorduk... Ne zaman üzeri açık vapuru değiştirdiler? Ne zaman Pamuk gideli 40 gün oldu? bu acı ve yavaş yavaş yerini bıraktığı özlem ne zaman geçecek peki? Her gün hatırlamayı unutacak mıyız? unutursak daha çok üzülmez miyiz her hatırladığımızda? Neyse derin konular bunlar, kendimizle, içimizle konuşup, hepimizin kendi kendine çözmesi gereken...
Bir gerçek var ki Pamuk yoktu! Onun yokluğu da pek bir keyifsiz! Sesini duymayı çok özledim!

Tüm bunları düşünürken feribot hareket etti... 5 dakika rötarlı olsun, bizim olsun...

Herkesin kahvaltısı gelmiş...

Bir sürü motorcu kıyafetli insan vardı... Zor iş gibi geliyor bu iş! Pedalı, yolu, kaskı, kazağından çok sosyal anlamda bana zor gelişi...Çiftsen, başka çift arıyorsun oraya buraya vınnnn'lamaya! Yani şimdi bu adamlar gelip bana teklif etmezler şuraya buraya gidelim diye... Zor iş...

Farkettiyseniz bu yolculukta herşey zor oluyor zaten :)

Tuvaletler fazla batmadan ziyaret etmek gerekti, bir de kahveyi tazelemek....

ama o saatte üşengeçlik had safhada! bir de yolda birşeylere çarptık sanırım :) Ray değiştiremeyeceğimize göre... Herkes de o gürültü arkası kısa bir sessizlik. İlerleyen dakikalarda anlaşılır bakışları, kıyı hazır yakınken kurtuluruz cümleten yorumları...

Karnım acıktı... söz verdik ama anneye birşey yemek yok! Çiğ börek sefası yapacağız hep beraber...

Öndeki teyze şişleri çıkardı, örgü ördü! yurdum insanı zevk alıyor böyle repitatif ve naif hobilerden... Ben katlanamıyorum birbirini çok tekrar etmelere!

Yanlış iş ile iştigal ettiğimizi fark ettim, yeme içme işinin dışında kalan hepimizin... Bu nasıl bir yemek tüketimi belli değil! Feribot'ta satılanların yetmeyeceğini düşünen herkes bilimum pastane, börekçi, simitçileri soyup gelmişti.

2. kahve ve arada çiş molası... alın işte, hatunun biri bir "çiş" dedi hepimizde adab-ı muaşeret bitti! Yalnız biz hatun milletinin, özellikle de türk asıllıların hiç tuvalet adabı yok! Evde de böyleler mi? Böyleyse, vay halimize! Yoksa sadece umumi tuvaletlere mi böyle davranılıyor, o zaman da bu nasıl pis ve bencil bir mantık silsilesi!? tutturamayıp etrafa yapanlar, etrafla yetinmeyip duvarları becerenler, sifonu çekmeyenler, tuvalet kağıtları yerlerde, kağıdın rulosu baştan iptal... Rezillik ve bok diz boyu!

Ben bayıldım bu arada bu feribot olayına... Çapraz köşede bir aile vardı! Anne, baba, kızları ve kızın kocası... Hatun asabileşti, kim bilir haklı belki, o bölümü kaçırdım, tuvalette paça kıvırıyordum, kocasını fırçaladı durdu. Ailenin yanında olması insana böyle bir cesaret veriyor sanırım, damada da koca bir " ya sabır ya selamet"...  "Yalnız olsak ben bilirdim sana söyleyeceğimi ahh kadın" bakışı, sözlere " Babacığım size sütlü kahve mi alıyordum" olarak döküldü ya, benim koptuğum andır! Bu hatunu kocası dövmezse ben dövecektim! Sevap işler hayır duası alırdım kesin!

Ayağında şalvar ve çetik olan teyzenin marie claire maison okuması da ne ironikti! Ne düşündü, ne düşledi acaba bakarken...

2 Nisan 2010 Cuma

Haydi hep beraber...

1 Nisan 2010 Perşembe

Zaman kavramı, fırça, sevgililik halleri...

Dün NİYE diye diye kendi canımı bile o kadar sıkmışım ki, erken kaçtım işten...Zaten bitmek bilmeyen bir doktor furyam vardı geçen haftadan beri, bari dedim gideyim son kontrolü yaptırayım... Biraz Nişantaşı'nda turlarım, sevgiliye beze, kendime incik boncuk, Milou ve Panda kuzularımıza kurmalı fare alırım diye düşündüm... Sonra da erken erken sevgiliye giderim, malum haftasonu yokum, biraz güler, biraz sevişir, beraber yemek pişirir, Arsenal Barcelona maçını seyreder, bol sohbet eder, sevgiliyi kucağımda uyuturum diye...
Tüm plan programa harfi harfine uyduğumuz bir sırada, çok eften püften bir konuşma arası, bir gaflette bulunup " bilmem kaç aydır birlikteyiz biz" gibi havada kalan bir cümle kurunca, sevgili asabileşti biraz... "Sen bizim ne kadardır birlikte olduğumuzu bilmiyor musun" geldi önce sağ köşeden! " Niye, nasıl yani" sol taraftan saldırdılar... " Ben biliyorum ama" tam burnumun üzerine! Surat pek bir ciddi, ses hiç şımarmadan, kronolojik tarihimizi anlattı sonra bana, her yeni tarihte o beni, ben kendimi esefle kınayarak... Meğer biz sevgili ile Eylül ayının son haftası tanışmışız ( çok sarhoştum, kızkıza çoştuğumuz bir Ulus 29 gecesinde! Sevgiliyi hatırlıyorum ama zamanı maalesef )... Sonra o üç hafta yokmuş ( doğrudur, öyle bir süre bir sessizlik olmuş, ben tam kendisini hayal meyal kontenjanına atmışken, kendisi yine ortaya çıkmıştı)! O üç haftanın ardından allem etmiş kallem etmiş, sabaha karşı başka bir gece klübünün kapısında buluşmuşuz... Bunu da kısmen hatırlıyorum, yine kızkıza bir eğlence olarak başlayan gece, mekandan mekana full alkollü, minik arabama arkayı 5leyip, önü 3leyerek sekerken, ısrarlarına dayanamadığım adamı nihai eğlence mekanına çağırarak devam etmişti. O gece sonradan sevgili olacak adamın evine gidilmiş, duvardan duvara halı sistemi evin muhtemel her odasında itina ile kontrol edilmiş :), ertesi günün bilemediğim saatlerinde bir panik ile gözler açılmış, bol bol kendime küfrederek, dayanılmaz bir baş ağrısı ile ev terk edilmişti! Sonra seyrek görüşmeler, her gün görüşmelere, arada bir aramalar her gün birkaç kere aramalara, isimler "canım, birtanem, sevgili(m) gibi sıfatlara dönmeye başladı... Doğaldır ve bana hak verirsiniz ki yarım saat önce ilacı içip içmediğini hatırlamayıp, bir tane daha içersem ne olur gibi abuk sorular ile doktoru arayan ben, iş, zamanı hesaplamaya gelince kitlenirim... Hele kaç aydır sevgiliyiz, kaç gün kaldı kaçıncı seneyi doldurmaya, saat kaçta kaç kere sevişmiş olacağız gibi kaç'amak sorular ve hesaplar hiç tarzım değildir benim! 
Dün gece aldım ama ağzımın payını... Eylül'ün son haftası tanışmamız, Kasım itibarı ile beraberiz, tüm bu detaylar, kozmik saatler, ağzımızın suyunun aka aka uyuduğumuz geceler, tatillerde geçirdiğimiz günler toplanıp çıkınca 5 aydır beraberiz... Yuuuuh, o kadar oldu mu yaa? 

Bardan adam çıkmaz derlerdi, en tatlılarından birine rastladım... Horlayanın yanında uyunmaz derlerdi, horlamazsa rahatsız oluyorum... Senin gibisini hangi deli çeker derlerdi, bu çekmek bir yana içine sokuyor her seferinde (allah aşkına sırayla dil ısırın, popo ve koltuk altı kaşıyın, iki kese atın, sağlığıma duacı olun, bir zahmet artık nazar değmesin ) iki gün yan yana kalırsam heralde çıldırırım derdim, zaman geçmesin diye saatleri geri alalım istiyoruz... 

Ehhh sanırım bu kadar güzelliğe benim de şu tarihleri bir yere not etmem, sevmeyi öğrenmem, kalbi azıcık aralamam gerekir... 

NOT: Resim yine bir Sadi GÜRAN eseri! Muhteşem kalemli adam, ellerine sağlık...