27 Aralık 2010 Pazartesi

3...2...1.... Yeni yılllllllll !!


2009'da Turkcell'in katkılarıyla başlatılan yeni yıl karşılama şarkısını 2010'da kendimce uyarlayıp, kırmızı donlarla yeni yıl karşıladığımı cümle aleme iletmiştim... 2011 için çok uğraştım, makam tutarsa sözler oturmadı, sözleri uydurdum yenisini besteleyemedim, velhasıl bu seneye şarkım yok şu saat itibarı ile! İlerleyen günler ne gösterir bilemiyorum ama son iki rakam bir olunca ne nakarat oluyor ne kafiye, ben sinir olup son iki rakamı bir olan Milli Piyango biletlerimi bile değiştirdim!

Hiçbir sene ile alacak verecek meselesi bırakmadım öncesinde, bununla da kalmayacak biliyorum! Verdiği her güzel şey, her mutluluk, her gülümseme, her başarı için birşeyler de almasını hep bildi bu sene de! En büyük kaybım, bir o kadar büyük kazancım, ortamı çınlatan kahkahalarım, içimi delerek çıkan gözyaşlarım, sevdiğim, nefret ettiğim, sarhoşluğum, ayıklığım... Hepsini verdi 2010, ağzım peltek söyleyip istediğim kırmızı don yanı! Bir kaç güne el sıkışıp uğurluyoruz birbirimizi! Ben yoluma devam ederken ritim tutturamadığım için biraz da rahatsız başladığım yeni yılda, 2010 tamamen kayıp gidiyor ellerimden! Dönüpte değiştirmek isteyeceğim şeyleri, öyle her istediğimi yapıp değiştiremeyeceğimi öğrendiğim ilk anlardan beri pişmanlık duymamak için çabaladım! Gideni geri getiremeyeceğimi kavradığım en sert yıl oldu! Bir çok tarafından en sağlıklı yıl! Bazen yeterinden fazla alkollü! En başından en son anına kadar pek sevgili!

En yeni yıla elimi bir hayat boyu bırakmayacak olan adamla giriyorum şimdi! Bir dolu koşturmacam, bir sürü planım, uzun listelerim, koca bir hayat var önümde... Daha çok şey istemiyorum, daha azına tav olmam, daha delirmem, ama bundan fazla da akıllanmam, çok severim, gözyaşı istemem, bol sağlık dilerim en sevdiklerime, hepimize, herkese! 2010 ile sizde kapatın yavaş yavaş defterleri! Daha önünüzde 2011 yazmaya alışacağınız koskoca bir sene, bir dolu süpriz, hepsiyle karşılaşmaya hazır siz ve havai fişekler var! Denizin ortasında ya da ormanın içerisinde atmayın yeter bana! 

20 Aralık 2010 Pazartesi

Pamuk'a...

Pamuk seni çok özledim...
Seni düşünmeden geçen gün yok gibi, varsa da sanırım günün sıkışıklığından...
Arayıpta senin açmadığın telefonlara halen daha küfür ediyorum, alışamadım bir türlü...
Anlatacak çok şeyim var, benimle beraber yaşasan çok mutlu olurdun...
Aslında biliyorum da bir ucundan, sen yakın takiptesin bizi/ beni, sadece yerini belli etmek istemiyorsun...
Ama bil ki rüyalar dışında da "anneanne" demeyi özledim!
Pamuk kokunu özledim...
Bana bakışını özledim...
Üzeri ben dolu ellerini özledim...
Sigara böreğini özledim...
Seni çok özledim...

Sen yoktun aramızda cumartesi günü ama bir yerden Ertan Bey'le bizi seyrettiğinizi biliyorduk, diliyorduk hepimiz! umarım ikinizde en önlerden yer kapıp, cumartesi günkü heyecanımızı, sevgimizi, sevincimizi paylaşmışsınızdır!

Çok heyecanlandık Pamuk...

Annem hiç belli etmemeye çalıştı ama sanırım ne öncesinde ne de sonrasında birkaç gün uyuyamadı! Babam cumartesi günü saat 12de takım elbisesini giymiş hazır ve nazırdı! Şakalar yapmaya çalışsa da korkusu ve heyecanı o kadar belliydi ki sarıp sarmaladım onu arada bir...

Kız vermek zormuş diyorlar, onu bir ara annem sana anlatır... Ama kız istemek de zormuş sevgilimi izlerken farkettim... Çok kalabalık olmadık amcamlar, dayımlar, babaannem, bir de Berke, annesi ve ablası... Keşke dedim hep içimden, keşke tanıyabilseydin bu adamı ve ailesini... Keşke tam anlamıyla anlasaydın, bu kadar kuruma ve konsepte karşıyken neden EVET dediğimi... Anneciği çok heyecanlıydı Berke'nin, Burçin'i Berkeye istiyoruz derken... Babam anlamsızca konuştu biraz, annem birşeyler geveledi, verdiler sanırım, ben heyecandan pek duyamadım ama koşa koşa tebrik ettik birbirimizi :)

İçin rahat olsun Pamuk bu adamı beni sevdiği için, çok saydığı için, sonsuz mutlu ettiği için, gülmelerime yenisini eklediği, elimi elinden bırakmadığı, kalbimi kalbinin yanına koyduğu, bugüne kadar ne söylediyse yaptığı ve bundan sonra da yapacağına inandırdığı için seviyorum...

Herşeyi gördüğüne, bizle beraber heyecanlanıp, güldüğüne, mercimek köftesinden bir parça tatmak için can attığına, annemin dolmalarına yine kuru olmuş diye söylendiğine, kemalpaşaların tam Bandırma usulü olduğunu bildiğine eminim, ama ben yine de bizim mutluluğumuzdan bir resim gönderiyorum sana!


Seni çok seven torunun...

17 Aralık 2010 Cuma

16 Aralık 2010 Perşembe

Anneler ve kızları...

Bizimkisi zor bir ilişki olmuştu anneyle, en başta burçtan kaybetmiştik çünkü! O aslan ben boğa, kolay olmamıştı bir çok gün inatçılık, hükümranlık, yüksek ses tonu, kendi başının diki ve benim dediğim olacakların havada uçuştuğu yıllarda...

O bir kalıp peynir yemeğe zorlarken beni, ben sürekli kusardım! Ben laçkalığa zorlarken onu o hep babamı devreye sokardı! Haybeye savurduğum lüzumsuz birkaç kelime, bir de evrene yollamaya çalıştığım bir kaç çocukca mesaj dışında pişman olduğum hiç bir gün olmadı ilişkimizde! Biz böyleydik... Her şeyi beraber yapar ama her gün fırça yerdim! Hele bir dönem Yeşilköy - Nişantaşı arası sahil yolundan nefret etmişliğim vardır, her seferinde kavga edildiği için o yolda! O yolda bir gün dayanamayıp arabadan atlamışlığımda, annemin şaşkın bakışları arasında! Çok sinirlendiğim (beni çok sinirlendirdiği bir dönem de diyebiliriz) bir dönem sabaha karşı lahana bebeklerden siyah saçlı olanı yataga koyup, bir sırt çantası, bir dolu küpe (hiç küpe takan bir insan değilimdir), bir kalıp sabun, okul forması ve azıcık da parayla kaçıp gitmiştim evden! Kaçma kavramını da pek bilemediğimden herhalde evine sığındığım arkadaşımın uyku mahmuru ve şaşkın ailesinin gözleri önünde üstümü değiştirmiş, okula gitmiştim saf saf! Evden kaçtığımı, okula gittiğimi ama gelip beni almalarını istemediğimi iletmek için sabahın 7sinde evi aradığımda babamın telefonda şok geçiren sesini 20 sene sonra halen daha hatırlarım...

Senelerce süren itiş kakış, laf salatası, sarılmaların ertesi kavga dövüş ben üniversiteyi bitirip master için yurtdışına gidince şekillenmeye başladı, önceleri bizi korkutan sonraları ise hoşumuza giden şekilde! Farkettik ki arada mesafe varsa birbirimizle konuşmadan, herşeyi ( OK, çok şeyi) paylaşmadan gün geçiremiyoruz, ama yan yana geldiğimizin ikinci günü zannedersiniz kan davalısıyız... Biz de karar verdik en stabil olduğumuz sistemi kurmaya, yurtdışı macerası sona erince döndüğüm İstanbul'da evleri ayırmaya ama haftanın belli günleri de bir arada olmaya... Çok uzun zamandır iyi giden sistem evlilik kelimesinin annemin kulağına fısıldanmasıyla, bildiğiniz çöktü! Annem annelikten çıktı ve formatını koruyan ama babamla beni şoklara sokan istekler, tercihler yapan bir yaratığa dönüştü... Önce çeyiz yapıyoruz diye dolaşmaya başladığımız çanak çömlekçilerde ortaya çıktı ilk belirtiler... Şimdilerde, en beyaz, en sade, en benim beğendiklerime sümüğünü bile atmazken en kraliyet ailesini ağırlayabileceğimiz cafcaflıktaki tabak çanak gözümün içine sokuluyor! Çanak çömlekçiden havada uçan tekmeler ve tabaklar eşliğinde bir sirtaki ekibi havasında çıkıyoruz... Nişan bohçası hazırlamak istiyor, herkes diyor ki sakin ol tek çocuksun kırma! Ama onu kırmazsam bir noktada kafamı kırmak zorunda kalacağım, battal boy valiz alıp içine hazırlamak istediği nişan bohçası sebebiyle! Gelin takısı örneklerinden gösterdiklerini bugün Dolmabahçe sarayında avize niyetine sergiliyorlar, hayır bütçesinden geçtim o takının, düğüne gelen misafirleri kör ederiz parılpırıltısı ile alimallah! En son bir hafta önce dantelli satenli yatak örtüsü ve nişan yemeği verilecek mekanın seçimi ile ilgili yaptığı bir yorum sonrasında kılıçlar çekildi! Zamanlama adına hiç edep adap bilmeyen annem ya sabahın 7sinde gelir başıma birşey söyler ya da tam işten eve adımımı attığım anda!

Ben satene,kadifeye değemem, dantel hiç sevmem, istediğim yerle ilgili üçüncü şahısların dolduruşuna gelinip yorumlar yapılmasına, ve 9 saat boyunca tüm İstanbul gümrükleri ve bir dolu müşteri üzerimden geçtikten sonra negatif bir şekilde herhangi bir cümleye başlanmasına katlanamam! Öyle de oldu ve ben sanırım çıldırdım.... Ben çıldırınca o altta kalmak istemedi herhalde eski günlerin özlemi ile ve bağırdık bağırdık, ağladı, bağırdık, küstük! ( bir daha dikkat edeceğim perşembe gecesi küsmeyelim diye sesimi çıkaramadığım için bütün gece Fatmagül'ün suçunun ne olduğunu anlamaya çalıştım çünkü)...

Bir kaç gündür uzatmalardayız... "Annecim" ve "kuzum" yine sohbetlerimizi süslüyor, ısınma turları karşılıklı ziyaretler ile pekiştirilmekte... Alttan almam gerekiyor biraz, biraz da sinirlerimi aldırmam, azıcık ona da hak vermem tek kızıyım diye, bir çıt kadar onun beni kabul etmesi ve abartıdan, satenden, yönlendirilmekten, puldan, işli herşeyden, parıltıdan ne kadar nefret ettiğimi anlaması, yarım çay bardağı kadar kendinin değil benim düğünüme, evime hazırlandığımızı hissetmesi, ama o koskoca, güpgüzel, çok anne, çok deli, çok inatçı kalbinden hiç ödün vermemesi...

İşim zor... :)) ama onunki de...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Senden, Benden, Bizden...





Benim tek çocuk olduğumu bilmeyen duymayan kalmadı sanırım... Tek çocuk şımarıklığını geçelim, bildiğin yaramazım ben... Ya da bir dakika! Otuz olmuşum, bir kaç aya evlenmişim, bu yaramazım lafı pek ağır geldi yüzleşince... Yaramazdım! Çocuktum çünkü, kız olduğum için herşey bir "yapma etme!" üzerine kurulmuştu, bende hep yaptım ve ettim! Zamane ismi yaramazlığın hiperaktiflik olduğunda ben çoktan 20leri yarılamıştım, ama annem bu yeni terimi duyar duymaz "bizimki hiperaktif" diye dolaşmaya başlamıştı ortada...

Tamam hareketliydim biraz... Çok erken yürümüştüm, ilk kelimem rahmetli hiç hatırlamadığım dedem sagolsun hipopotam olmuştu, anne babayı bilmeden karga diyerek karga peşinde koştum, 1,5 yaş civarı saklambaç mantığını yarım yamalak dinleyip bir çöp konteynırında saklanmak sureti ile ailemi çıldırttım, insan severdim kim ilgi gösterse peşinden hoplaya zıplaya giderdim, kırılmadık kol, bacak, parmak yok, el parmaklarım hepsi ayrı bir yöne bakması ile ünlüdür, burnum iki kere kırıldı, birinde saftorikçe yürüdüğüm sokakta kavganın içerisinden geçme eğiliminde bulunup ilk yumruğu yiyip nakavt olduğum sırada, arkadaşlarım oyun oynamaya çağırıyor diye 1.kat balkondan atlardım, hasta Fenerbahçelilikten deplasmanlara gittiğim sıralarda döner bıçaklı grubun içinde itiş kakışa takılıp bacağıma demir çubuk girdiği için abuk bir şehrin abuk bir nöbetçi eczanesinde tetanoz aşıları yedim (hala nefis bir faça vardır bacağımda), çocuk bağlama sistemleri ben küçükken daha Türkiye'de satılmadığı için annem beni köpek tasması ile bağlardı, Barbie'lerim çok az oldu onlarda kutusundan hiç çıkmadı zaten, bir bmx bisikletimi bir de uzaktan kumandali damperli kamyonlarımı çok severdim, çok kardeş istediğim bir dönemde odanın içi baba ve annemin dahiyane fikri olan "lahana bebek alalım belki kanar" lahana bebekleri ile dolmuştu, içlerinde en çok zenci olanı severdim, genelde çoğuna bıyık sakal çizerdim, orada burada elleri ayakları koyup sallanmaya bayılırdım bu sayede evin kaloriferine kafa atmıştım, ellerimi çekersem sallanmaya devam eder miyim mantığı ile, hala alnımda koca bir iz vardır iftihar ile gösterdiğim...

Sonra bir adam tanıdım... 500 kişi arasında herkesin durduğu an kendisini zıplayarak bana gelirken gördüğüm, sonrasında gözümün kimseyi görmediği! Çipi var benim sevgilimin size gizliden söylemem gereken, tam kafasının arkasında benim alnımdakinin tam tersi yöne, minicikken sinirlenip kafasını yatağın kenarına geçirmek sureti ile elde ettiği... İlk küfrümüzü aynı yaşlarda etmişiz sevgiliyle! O çip yarası dikilirken ilk eşşoğuleşşek'ini savuruyor havaya, ben golümüzü saymayan o. ç. hakeme sinirliyim! Daha kafasındaki dikişler dururken burnunu kırıyor, onu düzeltirlerken kaşı yarılıyor... Hepsi 15 gün içinde, anne baba bezgin, yaşadığına dair belirtileri bebekken ağzının önüne ayna koymak sureti ile anlaşılan büyük (canımmmm) abla sinirli! Kaykaydan düşmeler, board yaparken beli kırmalar, Tayland'da sular yükselince kaybolan oteline ulaşmaya çalışırken kayaya çarpıp dizini parçalamalar gırla...

Sonra bu tanıdığım adam hayatım adam oldu... Sanmayın vukuatlarımız daha az yaralarımız hiç yok! En başta biz birbirimize sarılıp hoplaya zıplaya dansetmeyi çok seviyoruz, hep çarpıyoruz bir yerlerimizi, bu cepte! O benim gözümü çıkarabiliyor mesela, yanlışlıkla parmağı ile retina mı çizmek sureti ile, bu da diğer cepte! Tatile gittiğimizin ilk günü bileğini dubalarda parçalayabiliyor, çıkıp üzerinde 13 yaş grubu arkadaşları ile koşmak isterken, bunu arka cebe atıyorum! Ben gecenin bir körü, sabaha karşı bahçede yalın ayak kafa bir dünya dans ederken begonvilin en büyük dikenine basmayı becerebiliyorum ya da, buna cep kalmadı değil mi?

Sonra tüm bunları çeşitli kereler bir araya geldiğimiz yemeklerde ayrı ayrı dile getiren aileler, en son yemekte dua etmeye başladı bizim ve bizden olacak yeni nesil için... Gözümüz korkmuyor değil, o yüzden annelerden EN AZ birine yakın bir ev arıyoruz, yeni mahsül çok problemli çıkarsa bilir kişiden yardım alabilelim diye... Sevinmiyor değiliz, bizim birleşimimiz kesinlikle muhteşem olacak... Anlaşamıyor gibiyiz, sevgili kız çocuk istiyor ben bir futbol takımı ( OK, Mini futbol takımına da fit'im) kadar erkek!

Lütfen zamanı gelince siz de dua edin, ben sizi haberdar edeceğim!

14 Aralık 2010 Salı

Aşk meşk konularına ithafen...

He is just not that into you...

Hiç kabul etmedik Venüs'ten olduğumuzu bizler... Aynı dili bile konuşmadığımız adamları "bizi anlamıyorlar" diye suçladık! Sevgi istedik, verdikleri yetmedi! İlgi istedik, bizim gösterilmesini istediğimiz gibi değildi! Halbuki hiç bilemedik Mars'ta hava da su da farklı, adamları bizlerden ayıran bu farktı...

Bunca zamanda en iyi öğrendiklerim, son zamanlarda her iki gezegenin farklı üyelerinden dinlediklerim bir tek şey gösterdi bana, mızmızlığa gerek yok Marslının hayatında! Bir Venüslü olarak iki ile üçüncü vızıldanma arası zaten kabloları pas tutmuş Marslı beyni baskı altına alındığını sanıyor, kendini ifade edemiyor, edemedikçe afallıyor, afalladıkça Venüslü daha çok vızıldıyor, vızıldadıkça zaten mesafesi fazla olan Marslı yolu katetmekten cayıyor ve bir an geliyor kapıyor kırmızı gezegeninin tüm pencere kapılarını... Venüslünün hayatında bir çentik daha ıssız adamlar hanesine... Marslının hiç umurunda olmamıştı zaten, kayıpları, kırıkları çok daha az Venüslüye göre... Onun özürü "böyle" olması... Sıkılmayı sevmemesi, sıkıştırılmayı yatak dışında istememesi... Venüslüden beklentisi çok akıllı olmaması, çok sakin durmaması, herşeyden konuşması, ama yeri geldi mi susması, kama sutra üstadı olması , sonra da sadece kendine uygulaması, ellerine ondan önce kimsenin değmemiş olması, ama kendi ellerinin değdiği onca elden leş gibi olması, yuvalanmak istemesi, ama Venüslü aradaki ışık yılı yolları katedip 3 kereden fazla görmek istediyse kendisini, gezegenin basınç merkezine doğru topuklaması...

Ne venüslü ne de marslı için hayat hiç dansa davetteki kadar kolay olmadı, saklambaçtaki kadar heyecanlı ve hızlı, uzun eşekteki kadar beline ve şeyine kuvvet, körebedeki kadar kör, ortada şıçandaki kadar talihsiz (adını sevmezdim bu oyunun hiç), istoptaki kadar dengesiz (bunda da topu hiç tutamazdım, millet tabana kuvvet kaçardı, sonra vur vurabilirsen)....

Ben venüslü, güneş sisteminin en marslı adamlarından biri ile Dünyada bir hayat kurmaya çalışırken, hem venüslüleri hem marslıları dinliyorum hayatımdaki ve gülümsüyorum... Biliyorum çünkü Venüslü vızıldamaz Marslı ıssızlaşmaz ise, beyindeki elektrik doğru hareket halindeyse, içlerinde herhang bir hinlik, kinlik, cinlik yok ise tümü mutlu olacak!

Bu Venüslüyü bu hafta sonu Marslı babasından istemeye geliyorlar! Heyecan dorukta! Kendinden başka hiçbirşeye odaklanamıyor, kahve yapmayı öğrenmeye çalışıyor, içine tuz koyup koymayacağına karar veremiyor, mutsuzluk duymak istemiyor, duysa da dinlemeyeceğini şimdiden belirtmek istiyor, Venüslülere sesleniyor adamın üzerine fazla düşmeyin diye, Marslılara sesleniyor ayağınızı denk alın, canını acıttığınız her Venüslü arkadaşım için karşınıza çıkarım cesaretiyle....

Hamiş: Resim Sadi GÜRAN